Efsuncu Baba. Hüseyin Rahmi Gürpınar. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6485-01-3
Скачать книгу
yasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

      İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

      Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

      1

      Adına “Devr-i dilâra”1 deyip de bugüne değin hiçbir güler yüz görmediğimiz zamandan önce Fazılpaşa’daki Binbirdirek’te kazazlar ipek, iplik eğirirlerdi.

      Bin bir direk! Sayan yok ya!.. Bu sayıda pek mübalağa olsa gerek… Gerçeği anlamak için bu sütunları saymak, saydırmak niyetinde değiliz. Merak edenlerin keyiflerine de karışmayız… Bu rutubetli tarihî mahzenin loş serinliği içine iki Ermeni delikanlısı elemgelerini2 kurmuşlar, iplik eğiriyorlar. Dünyadan çok ahiret ortamına giren, yarı karanlık bu geniş çukurların içindeki tek düzen işlerinin usancını dağıtmak için boğazlarını yırta yırta şarkı söylüyorlar. Fakat ne bestede usul var ne güftede anlam…

      Agop, Kirkor’a karşı üstünlük taslamaktadır. Kirkor durmadan:

      Zo bana n’oldu ben bilemem

      Eski hâlime hiç göremem

      gibi meyhane bayatı bayağı şeyler okur. Agop, Dede Efendi, Nikağos Ağa gibi ustalarının ağır şarkılarını ırlamak merakındadır. Agop’un Artin Ağa adında bir “hanende” komşusu vardır. Bu merak kendisine oradan geliyor. Her akşam, pencereden komşusunu dinler, işsiz gecelerini Artin’in meclisinde geçirir. Usulünden, dümtekinden, ara sıra da mezesinden, birkaç tekinden yararlanırdı. Hanende Artin’in dersinden dönüşünde arkadaşı Kirkor’a taze taze parçalar geçtiği de olurdu.

      O sabah iki arkadaş yüzlerce yıllık tonozların altında elemgelerini çevirirlerken her günkü ahenklerine giriştiler. Hayli bağrışıp çağrıştıktan sonra Kirkor:

      “Ahbar, ağır usta işi kıyak bir şarkın yoktur?”

      “He vardır.”

      “Senin içinde olan bir şeyden ben ne zevk duyarım ki! Bırak dışarı çıksın… Keyflenelim… Haydi oku!..”

      Bu öneri karşısında Agop’un göğsü kabardı. Elinde, artık parmaklarını yakacak kadar küçülmüş cıgarasını yutacak gibi son bir iştahla sıkı sıkıya birkaç kez daha çektikten sonra:

      “Okuyacağım lakin, bedava olmaz…”

      “Bu akşam Sandıkburnu’nda altık bir tek düz ikram ederim…”

      “Kulakların da ikramın kadar büyük olsun.”

      “Zo, haydi biçimsizlenme… Zırlayacaksan zırla!”

      “Sen babanı zırlat ahbar!”

      “İrahmet olsun canına… Babam senin kadar muziki bilmez idi ki…”

      “Hangi baban? Uzun kulaklı… Semerli…”

      “Be haydi oku! Bütün geçmişine okurum şimdi!..”

      “Dün akşam bulamaç yedin? Ne yedin? Ağzın çok tatlılaşmış…”

      “Ağzının tadını veririm şimdi…”

      “He ağzından bal, şeker akor…”

      “Dün akşam benim nerede olduğumu bile idin neden bu kadar ballandığımı hıp deyi ağnar idin…”

      “He… Lafı işte tastamam üstüne vurdun!”

      “Bir Ermeni’nin bir Rum karısına bu kadar kıyak alaka koyması iyi mana değildir. Çakarsın Agop?..”

      “He bulursam çakarım…”

      “Boş laf etme… Bu iş için sana bir öğüt vermiştim. Bu koca kellen keme sıçanının kafasına benzeyor. Oraya hiçbir laf girmeyor…”

      “Yine nazik bir söz ettin. Keme sıçanınki dünyadaki kafaların en sertidir sanırsın?”

      “Şimdi serti yumuşağı bırak… Okuyacaksın?”

      “Altık gönlüm oldu… Okuyacağım…”

      “Haydi oku, köpek boku!”

      Agop, dilinin ucuyla dişlerinin arasından tükrüğünü fıskiye gibi karşıya fırlatır. Sesini açmak için birkaç kez öksürür. Sonra ağır bir makamla başlar:

      “Meyhane mi bu? Bezm-i kerhane-i Acem mi?

      Tulum peyniri mi? Yoksa eski kaşer mi?

      Satılmış Libada’da bostanı Cemal’in

      Eşek çimenistanda hiç hıyar yer mi?”

      Kirkor bütün alaycılığıyla:

      “Çüş oğlum Agop, karşımda durmuşsun, ne biçim laflar ediorsun? Hiç böyle ağır şarkının içinde eşeğin, hıyarın yeri olur? Bunlar edepten dışarı laflardır. Usta Artin Ağa sana bu şarkıyı böyle merkep ile hıyar ile geçti?”

      Agop birden kızarak:

      “He ne söylesen hakkın var. Ben de durmuşum da senin gibi yavan, hışır herife ince makamdan beyit okordum!”

      “Patlıcan tavası gibi birden parlama öyle! Ayıp değil, ağnamadım… Tulum peyniri, kaşer peyniri, hıyar… Karnın acıktı? Ne oldu? Kerhane, meyhane… İşin içinde yalnız tarator eksik… Onu da ben koyayım tam olsun…”

      “Senin taratorun girmedikten sonram zaten lafın tadı gelmez… Bilirim, baban eski piyazcıdır…”

      “Beni meraka koydun… Artin Ağa sana bu şarkıyı bu okuduğun biçimde… Tıpkı bu tonada geçti?”

      “Yok tıpkı böyle değil…”

      “Meyhaneyi, kerhaneyi, hıyarı, eşeği sen uydurdun?”

      “He canım dur… Biraz dinle ki ağnadayım…”

      “İşte durdum. Lafını bekleyorum…”

      “Artin bu şarkıyı bir Türk hanendesinden almış, kendi mecmuasına Ermenice harfle yazmış… O ki mecmuasını açıp da bana bu şarkıyı okudıysa bunun köftesinden3 ne ben bir şey ağnadım ne de Artin kendisi ağnadı… Kendimizi çok zorladık. Mana çıkaramıyor. Düpedüz mefhumsuz bir şeydir… Sonra bu köfteyi ben de defterime geçtim. Eve geldim. Sabahacak uğraştım. Beyitleri ancak ben bu kadar gustosuna koyabildim… İşte nihayet şimdi bir şey anlaşılıyor. Şuaralık4 kazazlığa benzemez. Pek zorluklu ince bir iştir. Şöyle edersin lafın nafiyesi bozulur. Böyle edersin söz teraziden düşer. Sağa kaçarsın olmaz. Sola gidersin uymaz. Elmas işleyen bir kuyumcu dikkatiyle her lafı tartarak, kantarlayarak tastamam yerine çivi gibi mıhlamak. Şimdi bu şarkının aslında meyhane vardır. Kerhane vardır. Eşek, bostan, hıyar, peynir, çimenistan hepsi mevcut… Fakat bu işi ilk eden hımbıl şuara hiçbir lafı yerine koymayı bilememiş. Bütün mefhumsuz sözler, çardağından sarkan tohumluk asma kabağı gibi biçimsiz biçimsiz tepe aşağı sallanor. Yaraşığıyle cümlesinin makamını bularak birer birer yerlerine oturttum. Şarkıda eşek vardır. Ahur yoktur. Gel babana selam söyle! Zo bu hayvanı ben nereye sokayım? Bostana koydum. Beyit gustosundan düştü. Araya bir de koca bir hıyar yerleştirmiş. Bunu kim yiyecek? Nihayet naçar kaldım. Uydu uymadı


<p>1</p>

Devr-i dilâra: Gönlü süsleyen, hoşlandıran çağ (II. Abdülhamit’in zamanını övmek için kullanılırdı.).

<p>2</p>

Elemge: Çile durumundaki ipliği yumak yapmak veya masuraya sarmak için kullanılan ve bir eksen üzerinde dönen araç ki dik bir eksene geçirilmiş olduğundan iplik elendikçe döner.

<p>3</p>

“güftesinden” anlamında. (e.n.)

<p>4</p>

Şairlik.