Başkondüktör “Âlâ!” der.
İstasyon şefi sevinerek mukabele eder: “Âlâ!.. Âlâ!.. Şu hâlde burada demir atıp kalmazsınız. Hemen kalkınız, size şimdi yol vereyim… Âlâ!..”
Elini kasketine götürerek ihtiyarı selamlar, elindeki yol kâğıtlarını okuyarak odasına girer. İhtiyar şu sohbetten çok hoşnuttur, yüzü güler, gözleri salonda bu manzaranın bir şahidi bulunup bulunmadığını arar. Kolunu başkondüktörün koluna takarak “Biz de şuradan bir şeyler içelim!..” der.
Başkondüktör sorar:
“İçki için daha vakit erken değil mi?..”
“Hayır hayır, şöylece size bir şey ikram etmeme müsaade edersiniz.”
Sallana sallana büfeyi boylarlar. Votka kadehi elinde olduğu hâlde ihtiyar ne meze ısmarlayacağını bir müddet düşünür. Başkondüktör pek semiz, şişkin yüzünün rengi uçmuş, yaşlıca biridir. Çok içen, vaktinde yatıp kalkmayan adamlarda olduğu gibi yapısı düşük, rengi sarıya çalar.
İhtiyar: “Birer bardak daha fena olmaz, hava soğuk; azıcık daha içmek günah sayılmaz. Rica ederim, bir şeyler yiyiniz. Artık size güveniyorum, yolda karşımıza bir engel, bir münasebetsizlik çıkmasın. Bilirsiniz ya, bizim hayvan ticareti işimizde bir saatin dünya kadar ehemmiyeti vardır. Et bugün bir fiyata, yarın başka bir fiyatadır. Bir gün, iki gün geç kalmakla münasip fiyat kaçırılabilir. Neticede beş on para kazanılacağına eve, tabiri affediniz, donsuz dönmek vardır. Rica ederim, canınız ne çekiyorsa ondan buyurunuz, ümidim sizdedir. Bu gibi iyilikleriniz için her vesile ile emrinizi beklerim.”
Başkondüktörü adamakıllı kandırıp içirdikten sonra ihtiyar vagonuna döner. Oğluna anlatır:
“Büyük bir oyun oynadım, herifleri sepete koydum, bir asker treninin nöbetini kopardım. Çabucak tabanları kaldırıyoruz. Kondüktörün söylediğine göre, şayet sürekli aynı numarayı tutarsak yarın akşam sekizde varacağız. Ya evlat, işini yoluna koymayı bilmeyenin hâli haraptır. Dünya bu… Gözünü aç, ince yolları kavra!..”
İlk çan çalar, akabinde yüzü dumandan kapkara, ceketi ve geniş ayaklı pantolonu pis biri vagonun kapısına dayanır. Bu tekerlekleri, vidaları, perçinleri muayene için az evvel vagonların altında dolaşan adamdır.
“Efendiler!” der. “Sığırların bulunduğu şu vagonlar sizin mi?”
“Bizim. Ne olmuş?”
“Olan şu; iki vagon da aksak. Onları yola çıkarmak uygun değil. Tamir edilmeleri lazım.”
“Ne okuyorsun yahu!.. Bir şey istiyorsan açık söyle!”
“Siz istediğiniz gibi düşününüz, ben şimdi raporumu yazmaya mecburum.”
İhtiyar, bir küskünlük göstermez, karşı koymaz; rahatça, sanki bir makine işliyormuş gibi eli cebine gider ve iki tane yirmişer kopeklik çıkarır, muayeneciye uzatır. O da en tabii bir iş görüyormuş gibi alır, “Hayırlı kısmetler dilerim, Allah’a emanet olun.” der. İhtiyar içini çeker, muayene memurunun kara yüzüne sükûn ile bakarak sığır ticaretinin bir zamanlar kârlı bir iş olduğunu, fakat artık tehlikeli bir hâle düştüğünü, şimdilerde kaybetmekten başka bir şey görmediğini anlatır. Muhatabı onun bu fazla konuşmasının cezası olarak sözünü keser:
“Bir de arkadaşım var, onun için de bir şey vermelisiniz!” der.
İhtiyar konferansını durdurur, muayene memuruna arkadaşı için de bir şey tutuşturur.
Askerî tren(!) hızlı hızlı koşar, istasyonlarda nispeten az zaman durur. İhtiyar memnundur. Kadife pardösülü genç adamın üzerinde bıraktığı hoş tesir, içinde kökleşmiştir. Votka, beynine hafif bir sis tabakası çekmiştir. Hava mükemmeldir. Her şey istendiği gibi gidiyor demektir. O durmadan dinlenmeden söyler ve her varılan yerde büfeye atılıp sözlerini dinleyecek birine ihtiyaç duyduğundan her defasında yanına ya tren şefini yahut makinisti alır. Sadece bir şey içmekle kalmaz, uzun uzun içer; bardakları tokuştura tokuştura latifeler icat ederek içer. “Hepimiz birer işin arkasından koşarız. Siz kendi işinizi, biz de kendi işimizi biliriz. Tanrı hepimize selamet versin…” der. Votkanın tesiri altında gittikçe heyecanlanır, gene işlerinden dem vurmaya başlar. Kaynamak, atılmak, bir şeyler kapmak, durup dinlenmeden söylenmek ister. Ceplerini arar, cüzdanlarını karıştırır, bir kâğıt ararken hiç münasebet olmaksızın para çantasını çıkarır, paralarını sayar. Çırpınır durur, içini çeker, beyninden vurulmuş gibi olur; kollarını sallar, önüne mektup, telgraf makbuzlarını, sevkiyat pusulalarını, cep defterini atar, yüksek sesle hesaplar yapar ve oğlunun bunları hep dinlemesini ister.
IV
Sevkiyat pusulalarını okumaktan, navlun hesaplarını yapmaktan bezince durak yerlerde hemen sığırların bulunduğu vagonlara seğirtir, yalnız karşıdan bakar, kollarını sallar, ürkeklikler gösterir:
“Ah!” der. “Bir sığır, sığır olmakla yemekten içmekten kalamıyor. Dört güne bastı, daha ne bir tutam bir şey yediler ne bir damla bir şey içtiler. Ah! Ah!”
İtaatli oğlu arkasındadır. Ne istenirse onu yapar, babasının ikide bir büfelere atılmasını hiç beğenmez, bunu söylemekten de kendini alamaz. Babasının yüzüne bön bön bakarak:
“Yine soluğu büfede aldınız. Ne münasebet! Bir bayram, bir şenlik mi var?”
“Ulan babana dil mi uzatıyorsun?”
“O, sizce öyle…”
Oğlan babasının arkasından koşmaya lüzum görmedikçe fötr paltonun üzerinde mıhlanmış gibi oturur, çalgısını çalar. Bazen vagondan çıkıp trenin bir başından öbür başına kadar dolaşır. Lokomotifin önünde durur, ateşçiye filan bakar, işçilerin kömür ve su depolarını dolduruşlarını seyreder. Lokomotif tazyik altında derin derin nefes alır, odunlar taze ağaçlara mahsus diri bir ses vererek devrilir. Makinist ile yardımcısı soğuk ve kayıtsız bir hâlde, hiç acele etmeden birtakım anlaşılmaz hareketlerde bulunurlar. Lokomotifin yanında böylece bir zaman kaldıktan sonra delikanlı tembel bir yürüyüşle gara doğru yollanır. Büfedeki mezelere bakar, kendisi için hiçbir ehemmiyeti olmayan asılı ilanları yüksek sesle okur, yine yavaş yavaş vagonlarını boylar. Yüzünde ne bir arzu ne bir sıkıntı okunur… Orada veya başka bir yerde, evde, vagonda, lokomotifin yanında bulunmasının üzerine ayrı hiçbir tesir yapmadığı besbellidir.
Akşama doğru tren, büyük bir garda durur. Hat boyunda ışıklar daha yeni yanmıştır. Serin şeffaf havanın maviliği içinde bunlar, sarı berrak bir yıldızı andırır ve ancak kapanık çatının altında kırmızı bir renkte ışık verirler. Yolların hepsini sıra sıra vagonlar tutmuştur. Âdeta yeni bir tren daha gelse açıkta kalacaktır. Delikanlı, akşam çayı için kaynar su almaya koşar. Garın rıhtımı üzerinde güzel giyimli hanımlar, hanımların arkaları sıra ise esvaplı gençler dolaşır. Garın iki tarafında, uzakta, pus içinde ziyalar parıldar; orası şehirdir. Acaba hangi şehir? Bu, oğlanın umurunda değil. O, garın arkasına düşen tarafta donuk ziyalı eski binalardan başka bir şey fark etmez. Kulağına çarpan arabacıların bağırışlarıdır. Yüzüne, soğuk ve keskin bir rüzgâr vurur. Ona göre, o şehir besbelli güzel bir yer değildir; orada istirahat vasıtaları yoktur, can sıkılır.
Çay içerlerken artık hava zifirî karanlık olmuş ve fener yakılmıştır; tren hafif bir hareketle