Evet, şiir gibi, sanat gibi, aşk gibi, şefkat gibi mantık da akıl da zekâ da mazide, ezelî, kadim Medine’nin harabeleri altında gömülü kalmış! Milyonlarca adamı bir an içinde mahvedebilecek cehennem aletleri yaparken sırf gevezelik, maskaralık için kurduğumuz “himaye-i hayvanat” derneklerine rağmen, bugün hangimiz biti aklımıza getirebiliriz? Onun hukukunu müdafaa değil, hatta edebiyatta “edeb-i kelam” diye uydurduğumuz bir riyakârlık kaidesine uyarak ismini bile anamayız! Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş! Ulvi hissiyatımız değil, sevk-i tabiimiz tekâmül etmiş! Maddi fayda endişesi, menfaat düşüncesi, nihayet en tabii, en muhik bir akıbet olan ölümün o manasız, çirkin korkusu bizi âdeta vahşileştirmiş.
“Buna nasıl hükmediyorsun?” mu diyeceksiniz? Şimdi Heinsius’un bu yüksek, bu insani davasını tekrar okurken içimde duyduğum meftuniyetin altından zehirli bir çuvaldız gibi bayağı bir sual sivriliyor. Kendi kendime gayriihtiyari:
“Acaba, onun vaktinde ‘lekeli humma’ yok muymuş?” diyorum.
Ah, evet, asri zihniyetimiz; ebedî, ulvi, umumi, ilahi siyyan halk mefhumunu muvakkat uzvi faydalara feda edecek derecede alçalmış! Bugün en ehemmiyetsiz bir sıtma mikrobunu naklettiğini bilsek mandaları, öküzleri, filleri, develeri bile bir darbede büsbütün dünya yüzünden kaldırmaz mıyız?
PERİLİ KÖŞK
Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye, “İşte bir boş köşk daha!” dedi.
Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi, göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüştü. Bahçesinin demir kapısında büyük bir “kiralıktır” levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:
“Geç efendim, geç!.. Orası size gelmez.”
“Niçin canım?”
“Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur.
Kim oturursa senesinde erkek çocuğu dünyaya gelir.”
“On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya…
Tam bize göre…”
Bekçi tekrar kati bir işaretle:
“Burada oturamazsınız efendim…” dedi.
Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçkaya yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çoluğa çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederdi. Asabi bir istical ile: “Niçin oturamayız?” diye sordu.
“Efendim, bu köşkte peri vardır.”
“Ne perisi?”
“Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.”
Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi. Gözle kulak, ona göre birer yalan kovuğuydu. Yalanlar hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el… Fakat lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, batıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü.
“Perinin bize zararı dokunmaz!” dedi.
Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet Bey’in yüzüne baktı.
“Her giren evvela böyle söyler ama bir ay oturamaz.”
“Senin nene lazım. Haydi burasını gezelim.”
“Anahtarı sahibindedir.”
“Sahibi kim?”
“Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan…”
“Haydi anahtarı alalım.”
“Peki ama…”
Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşı boyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.
İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvela peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlatlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün yeşil kapısını çaldılar.
Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyet’te tazminat alarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeye başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı hâlde kendi perili köşküne hariçten gelip Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor, “Allah’tan korkarım, neme lazım!” diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı.
Bekçi, Sermet Bey’in evi gezmek istediğini söyledi.
“Pekâlâ buyurun!” dedi. Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinden pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey’e:
“Bu anahtar köşkü de açar…” dedi. Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükûn vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır… Hepsi tamamdı.
“Kirası ne kadar?”
“Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.”
“Niçin?”
“Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri filan lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fisebilillah peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Mesela kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar da propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim ne de kiracı bulacağım.”
Sermet Bey sordu: “Köşkünüz ne kadar boş kaldı?”
“Vakıa şimdiye kadar hemen hiç… Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.”
“Ben ürkmem.”
“İnşallah.”
“Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır…”
“Ne yapayım beyim.