Sevgili Celil,
İşte bir haftadan beri her sabah sana mektup yazma azmiyle kalkıyorum. Nihayet bugün kalemi elime aldım. Yattığım yer Meserret Oteli. Karanlık, dar, kirli koridorlarıyla tıpkı bir Kurun-ı Vusta elemhanesine benziyor. Penceremin altında Babıali Yokuşu… Uzun günler, müşterisiz pinekleyen karşı kitapçı dükkânlarını seyrediyorum. Civarda yegâne hareket Akşam’la Tercüman’ın çıktığı saat… Bir sürü çocuk, bir ağızdan bağrışarak koşuşuyor. Sonra yine sükûn, yine matem… Hani bizim Hukuk’a devam ettiğimiz zamanın İstanbul’u, on beş sene evvelki İstanbul artık yok! Sokaklar daralmış, insanlar küçülmüş, kadınlar sıskalaşmış. Çehreler solgun. Herkeste üst baş perişan. İnanılmaz bir zaruret bu halkı eziyor. Mahallelerde birçok ev aç! Buna mukabil haydutlar hâlâ kâşanelerde yaşıyorlar. Otomobillerde geziyorlar. Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muharebesini bekliyorlar. Köprü âdeta beynelmilel bir meşher… Avrupa’nın, Asya’nın her türlü askerî üniforması göze çarpıyor. En neşeli halk Rumlar… Laternalarıyla sokakları dolaşıyorlar, hiç durmadan ötüyorlar, gülüyorlar, şarkı söylüyorlar, içiyorlar, nara atıyorlar, ben nereye gideceğimi bilmiyorum. Üç gün evvel vatanımız Malatya’nın nüfusunu, resmî istatistikleri Hariciye Nezareti’ne götürdüm. Verecek adam bulamadım, bana “beceriksiz” diyeceksin. Ne dersen de… Aklım, fikrim, muhakemem yerinde değil. Ruhumdan bir zehirli okla vurulmuş gibiyim. Bir hafta içinde kırk yılın husule getireceği bir “daüssıla” nöbetiyle kıvranıyorum. Gözümde yalnız evimin beyaz badanalı alçak duvarları, mutfak bacasının sabahları bahçeye düşen kalın gölgesi tütmüyor. Kulaklarım parlak kırmızı horozlarımızın şen naralarını, şefkatli ineklerimizin, öküzlerimizin böğürmelerini arıyor. Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok. İstanbulluların zihniyeti bizden çok farklı. Biz son mağlubiyetle, düçar olmak ihtimaline maruz kaldığımız felaketleri, bir an aklımızdan çıkaramadık. Onların dünya umurunda değil. İstanbul beynelmilel olacakmış. Türkler Konya’ya tehcir edilerek iptidai bir aşiret şekline konulacakmış. Millî düşmanlarımızın tasavvur ettikleri, galiplerimize telkinden bir an geri durmadıkları bu korkunç niyetler, bilakis onları güldürüyor. Nihayeti bulunmaz bir “sen, ben” davasına düşmüşler. Hepsinin elinde bir yağlı kara. Birbirlerini kirletip duruyorlar. Gazetelerde cihan havadisine dair tek bir satır yok. Hep dedikodu! Karaktersizliklerini bütün dünyaya ilan için mütemadiyen yeni yeni cemiyetler kuruyorlar. İkinci içtimalarına içlerinden üç tanesi gitmiyor. Meşrutiyet’i istihsal ettikleri için Anadolu’nun sırtı sıra on yıl liyakatlerine aldandığı İttihatçı güruhu da iki kısım olmuş. Biri kuvvet ellerinde iken halkı soyup soğana çeviren yeni zengin sınıfı! Öteki fırsatı kaçırıp umumi soyguna şahsi namus endişesiyle iştirak etmeyenler. Fakir arkadaşlarına yeni zengin İttihatçılar “enayiler” namını veriyorlar. Dün Şehzadebaşı’nda bu enayilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım. Hani adını “Labori” takmıştık. Şimdi bir görsen… Sakal bırakmış. Mektepteki kamburu daha ziyade büyümüş. Sanki elli yaşına girmiş. Beni görür görmez boynuma sarıldı. Direkleri yıkılan sokakta eski çayhaneler hâlâ duruyor. Birine girdik. Zavallı evvela:
“Aman ne kadar genç kalmışsın…” dedi. Derdini açtı. Harp esnasında yazıhanesini, evini, barkını, eşyasını, hasılı nesi var, nesi yok, hepsini satmış, yemiş. Şimdi bir yeni zenginin yanında kâtipmiş! Efendisi için de malumat verdi. Adliyede bir odacıymış. Tam yerine çatmış. İlk elde elli altmış bin lira kazanmış. Labori yanık yanık anlattığı hikâyesini bitirdikten sonra, hani hürriyetin ilk seneleri Malatya’ya gelen cemiyet fedaileri gibi kaşlarını çattı. Elini göğsüne vurdu:
“Şu İtilafçılar ne vakit hükûmete geçecek ya Rabbi!” diye derin bir ah çekti.
Sordum:
“Sana ne faydaları dokunacak?”
“Hiç.” dedi, “Fakat bir ümidim var!”
“Ne?”
“İhtimal şu bizim ihvanın milyonlarını alırlar da…”
“Alırlar da sana mı verirler?”
“Hayır fakat…”
“Fakat?..”
“Anca beraber, kanca beraber… Onlar da bizim gibi meteliksiz kalırlar.”
İşte enayilerin zihniyeti! Henüz bir yeni zenginle konuşamadım. İşittiğime göre onlar şahsi servetlerinin selameti için İstanbul’un bütün bütün başka bir devlete verilmesini istiyorlarmış. Henüz gazetelerde aleyhlerinde kuvvetli bir galeyan yok. Harp zamanı, propagandası bizim vilayete kadar gelen millî ticaretten de bir şey anlamadım. Piyasayı gezdim. Diyebilirim ki hemen hemen bütün ticaret bağları Rumların, Yahudilerin elinde… Harp zamanı kazananlar lüks içinde paralarını yemekle meşgul. Bu iktisadi hercümerçten ziyade beni meyus eden manevi perişanlık! Edebiyat bir ölünün kalbi gibi durmuş, soğumuş… İlmin namı yok. Felsefe alay! Sanat şaka. Biliyorsun, biz tahsilimizi bitirirken ne kadar idealisttik. Daima bir gün Türkiye’nin istibdattan kurtulacağını, Meşrutiyet ilan edilir edilmez gizli membalar gibi bütün istidatlarımızın ortaya fışkıracağını, beş on sene içinde Avrupa’ya yetişebileceğimizi tahayyül ederdik. İstanbul’dan aldığımız nuru memleketimize neşretmek için bir gün durmadık. Doğduğumuz yere döndük. Çiftimize çubuğumuza yapıştık. İstanbul’a dair gazetelerde ne görürsek inanırdık. Yeni teşekkül eden her cemiyete Malatya’da bir şube açardık. Fakat samimi idik… Burada, bu cemiyet, dernek filan meseleleri vakit geçirmek için çıkarılıyor. Kimsenin muayyen bir fikri yok. Yalnız muayyen bir fikir var: İrtica… Bu mefkûreyi hakikaten azimkâr buldum. Labori’den ayrılır ayrılmaz, mektepte iken senin hiç sevmediğin bir arkadaşımıza daha rast geldim. Ebulfuruva! Hatırladın ya! Soğukluğundan dolayı kinaye olarak bu ismi takmıştık. Labori gibi sefil değil! Kılık kıyafet yerinde… Cübbesi daha dün terzi elinden çıkmış gibi… Köse sakalı daha ziyade seyrekleşmiş. Beni tanımamazlıktan geldi, fakat ben selam verdim, almamazlık edemedi. Memuriyetimi, İstanbul’a niçin geldiğimi sordu. Memur olmadığımı, buraya niçin geldiğimi kısaca söyledim.
“Hâlâ milliyetperverlik ha…” diye âdeta şaştı.
“Elbet!” dedim.
“Memleket bu yüzden mahvoldu.”
“Nasıl?” diye sordum.
“İslamlıkta milliyet olmadığı hâlde siz Türkler bu davaya kalktınız. Muharebeler filan hep sizin gibi milliyetperverlerin yüzünden çıktı.” dedi. Benim konuşurken ne kadar mutedil olduğumu bilirsin fakat bu sefer heyecana geldim. Ebulfuruva’ya güzel bir ders verdim. Arabistan’a, Suriye’ye istiklallerini vermek istemeyen dünyada hiçbir Türk milliyetperveri bulunamayacağını, gayri Türk havaliye kendi millî mevcudiyetlerini vermeyi arzu eden Türkçülerden kimsenin Mısır’ı zapt etmeye kalkmayacağını anlattım. Lakin Ebulfuruva laf anlar mı? Bu asrın milliyet hakikatini en anlamayan, milliyet hissinden en mahrum iki cahil şahsiyeti, Enver’le Cemal’i, Türkçü sanıyor. Mantığı kararmış Enver’in Anadolu’dan gasbederek bol bol Arap illerine saçtığı milyarların dehşetini biz Malatya’da bilmiyorduk. Ebulfuruva Şam’da bir kundura boyacısının bile avuçla altını olduğunu bilmiyor gibi davranıyor. Kendisiyle konuşa konuşa Beyazıt’a geldik.
“Biraz işim var. Kütüphaneye girelim.” dedi.
Beraber Umumi Kütüphane’ye girdik. Sıralar boştu. Ebulfuruva, birtakım kitaplar sordu. Yok cevabını aldı. Melamiliğe dair bir eser yazıyormuş. Eser, anlıyorsun ya… Daha on beş sene evvel yazmaya başlamıştı. Kütüphanenin nihayet köşesinde masaya oturduk. Yavaş yavaş konuşmaya başladık. Ben, artık bütün dünya, milliyet esasları üzerine yeni teşkilat yaparken bizim kanatsız kuş gibi, bedevi zihniyetiyle milliyetsiz kalamayacağımızı dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Ebulfuruva “Milliyet Hristiyanlara mahsustur.” diyordu. Nihayet:
“Bizim için yegâne selamet, Türklüğü filan inkâr edip milliyetsiz dindar olmaktır.” dedi.
“Her Müslüman millet bizim gibi milliyetini, ananatını, tarihini, İslamiyetten evvelki mazisini inkâr