Çünkü Nell’den böyle yaşlar boşanması değişiklikle renklenmeyen, hoş arkadaşlıklarla neşelenmeyen tekdüze günler yaşamasından ileri gelmiyordu; o karanlık korkunç ikindi saatleri, uzun yalnız gecelerden de gelmiyordu; körpe yürekleri gümbür gümbür attıran her çeşit hafif, kolay elde edilen zevklerin yokluğundan ya da çocukluktan yana zayıflığından, kolayca yaralanan ruhundan başka bir şey öğrenememiş olmasından da değildi bu. Yaşlı adamın gizli bir derdin baskısı altında ezildiğini görmek, o şaşkın huzursuz hâlini fark etmek, zaman zaman onun aklını kaybetmekte olduğu korkusunu duymak, konuşmalarında, bakışlarında delilik işaretleri aramak, her gün oturup bu belirtileri gözlemek, ne olursa olsun dünyada onlara yardım edecek, akıl verecek, onlarla ilgilenecek bir kimseleri bulunmadan yapayalnız yaşadıklarını bilmek… İşte bunlar daha yaşlı bir bağıra olanca ağırlığıyla çöken tasa, kuşku nedenleri olabilir ama, onu neşelendirip hâlinden memnunluk duyabilmesi için bir yığın da etki harekete geçer. Bir de bunların küçük bir çocuğun zihninde oldum olası yer etmiş bulunduklarını, yavrucağın hep böyle düşüncelerle çevrili olduğunu, bu yüzden de huzursuzluk içinde yaşadığını düşünün.
Yaşlı adamın gözünde Nell yine eskisi gibiydi. Adamcağız, zihnini boyuna kurcalayıp huzurunu kaçıran o hayaletten bir an için kurtulabilecek olsa, körpe can yoldaşı, ruhunun ta derinliklerine işleyen o değişmez gülüşüyle, değişmez sözleriyle, değişmez neşesiyle, sevgisiyle, ilgisiyle hayatı boyunca yanından ayrılmamış gibi geliyordu. Böylece de kızın kalbinin kitabını kendisine gösterilen birinci sayfasından okumaktan memnunluk duyarak, kitabın öbür sayfalarında gizlenen hikâyeyi hiç aklına bile getirmeden yaşayışını sürdürüyor, hiç değilse çocuğun mutlu olduğunu düşünüyordu.
Çocuk, bir zamanlar mutlu olmuştu. Loş odalarda türkü söyleyerek gezinmiş, o tozlanmış değerli eşyalar arasında neşeli hafif adımlarla dolaşıp gençliğiyle onları daha da yaşlandırmış, neşeli, şen varlığıyla daha ağırbaşlı, daha çirkin göstermişti. Şimdi ise odalar soğuk, kasvetliydiler; kızcağız da, sıkıcı saatleri geçirmek üzere küçük odasından çıkıp bunlardan birinde oturduğu zamanlar da odaların kımıldamayan eşyası kadar sessiz, hareketsiz duruyor, kendi sesiyle yankılar uyandırmaya da gönlü elvermiyordu.
Bu odalardan birinde sokağa bakan bir pencere vardı ki, çocuk birçok günler ikindi vaktine, hatta çoğu kere gecenin geç saatlerine kadar bunun önünde yapayalnız, düşünceli düşünceli oturuyordu. Hiç kimse yol gözleyip bekleyenler kadar kuşkulu olamaz; böyle zamanlarda kötü hayaller kalabalık sürüler hâlinde o kimsenin zihnine doğru saldırır.
Kızcağız da alaca karanlıkta pencerenin önünde yerini alıyor, yoldan gelip geçenleri, karşı evlerin pencerelerinde görünenleri seyrediyordu; bir yandan da bu insanların onu böyle otururken görünce bir dost bulduklarını düşünüp düşünmediklerini merak ediyordu, bunu düşünürken de öbürlerinin pencerelerden şöyle bir bakıp başlarını yine içeri çektiklerini görüyordu. Damlardan birinde eğri büğrü bir yığın baca vardı; çoğu zaman kızcağız bunlara bakarken karşıdan kendisini gözleyen, odaya girmek isteyen bir sürü çirkin surat görüyormuş gibi oluyordu. Ortalık bacaları göremeyecek kadar kararınca da bayağı seviniyordu ama adam gelip de sokak lambalarını yakınca yine içini üzüntü kaplıyordu, çünkü sokak lambaları vakti daha geç gösteriyor, içerisini de pek kasvetlendiriyordu. Bundan sonra da kızcağız başını geriye çevirip odada her şeyin yerli yerinde olduğunu, hiçbir şeyin kıpırdamadığını görüyordu. Yeniden sokağa bakınca da sırtında bir tabut taşıyan bir adamla arkasından bir ölü evine doğru sessiz sessiz yürüyen bir iki kişiyi gördüğü de oluyordu. İşte bu da yavrucağızı ürpertiyor, kötü şeyler düşünmesine yol açıyor, en sonunda yine yaşlı adamın değişen yüzü, tavırları aklına geliyor, yeni bir korku, kuşku kervanı sökün ediyordu: Ya adam ölecek olursa… Birden hastalanıp da bir daha eve sağ salim dönmeyecek olursa?.. Ya bir gece eve gelip onu her zamanki gibi öpüp hayır duasını okuduktan sonra, kendisi de yatağına yatıp uykuya daldıktan, belki de tatlı rüyalar görmeye başladıktan sonra adam kendini öldürecek olur da kanı kızcağızın odasının kapısına kadar ağır ağır akarsa?.. Bunlar akla getirilemeyecek derecede korkunç düşüncelerdi, kızcağız da yine artık daha seyrek arşınlanan, daha karanlık, daha sessiz olan sokağı seyretmeye koyuluyordu. Dükkânlar hızla kapanıyorlardı; komşular yattıkları için de üst katlardaki camlarda ışıklar yanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş bunlar da azalıp kayboluyor ya da yerlerini bütün gece yanacak olan mum ışıklarına bırakıyorlardı. Pek de uzakta olmayan bir dükkânda ise hâlâ kaldırımı aydınlatacak kadar kuvvetli ışık vardı; pek parlak, pek dostça görünüyordu. Biraz sonra bu dükkân da kapanıyor, ışığı sönüyordu; şimdi her yer kasvetli, sessizdi; ancak kaldırımdan tek tük ayak sesleriyle ya da evine gecikmiş birinin içeride uyuyanları uyandırmak için kapıyı hızlı hızlı çalmasıyla sokakta bir ses oluyordu.
Gecenin bu saati gelince çocuk pencereyi kapayıp yavaşça merdivenlerden iniyor, bu arada o sık sık rüyalarına giren aşağıdaki korkunç suratlardan biri yarı yolda karşısına çıkıverirse kim bilir ne kadar korkacağını düşünüyordu. Kendi odasının güzelce yakılmış lambası, alışkın olduğu manzarası içinde bu korkular kayboluyordu. Yaşlı adam için, iç huzurunu yeniden bulabilmesi, eski mutluluklarına kavuşabilmeleri için gözleri yaşlı, yanık yanık dua ettikten sonra başını yastığa koyup ağlaya ağlaya uykuya dalıyordu. Çoğu kere de ortalık aydınlanmadan, kapı çalınıyor mu diye, uykusundan uyanıp hayalî konukları bekliyordu.
Bir akşam, Nelly’nin Bn. Quilp ile konuştuğu günden sonraki üçüncü gece, bütün günü hâlsiz, hasta geçirmiş olan yaşlı adam evden çıkmayacağını söyledi. Çocuğun gözleri bu haberle hemen parıldamıştı; adamcağızın yorgun, hasta yüzüne gözü ilişince neşesi yine kayboldu.
Yaşlı adam:
– İki gün, dedi. Tam iki gün geçti, bir karşılık yok. Sana ne söylemişti, Nell?
– Tam olarak sana anlattıklarımı söylemişti, dedeciğim, vallahi öyle.
Yaşlı adam hafif bir sesle:
– Doğru, dedi. Evet. Yalnız, bana bir kere daha söyle, Nell. Hafızam beni yanıltıyor. Neydi sana söylediği, Nell? Beni yarın ya da öbürkü gün göreceğinden başka bir şey söylemedi mi? Mektupta da bu vardı.
Çocuk:
– Başka bir şey söylemedi, dedi. Yarın yine o adama gideyim mi, dedeciğim? Erkenden gitsem? Kahvaltıdan önce gidip dönerim.
Yaşlı adam başını salladı, tasalı tasalı göğüs geçirip çocuğu kendine doğru çekti.
– Bunun bir faydası olmaz, yavrucuğum, hiçbir işe yaramaz, ya tam şu sırada beni bırakıp giderse, Nell, yani kaybettiğim bütün zamanın, paranın, beni bu hâle getiren o ıstırabın acısını onun yardımıyla çıkarmak üzere olduğum şu sırada bunu yaparsa, ben mahvolurum. İşin kötüsü, hep senin uğruna çalışıp didindiğim hâlde seni de mahvederim. Dilenci olursak…
Çocuk, cesaretle:
– Dilenci olursak olalım, dedi. Hadi, dilenci olalım da mutluluğa kavuşalım.
Yaşlı adam:
– Dilencilikle mutluluk ha! dedi. Zavallı yavrucak!
Kızcağız kızarmış yüzünde parlayan bir canlılıkla, titrek bir sesle, ihtiraslı bir tavırla:
– Ben artık çocuk değilim sanırım, dedeciğim, dedi. Çocukluk ediyorsam bile! Ah, şimdiki gibi yaşayacağımıza dilenebilmemiz ya da yol ortalarında, tarlalarda