“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”
“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jöntürk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”
Heyhat… Biz Jön Türklerin taassubundan, “İttihadı İslam”11taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…
“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”
“Hayır Türk falan değilim…”
“Arnavut musunuz?”
“Hayır, hiçbir şey değilim…”
“Ya nesiniz?”
“Müslüman…”
Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Aşüftelere sarılıyorlar:
“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu12gelince isyanın ruhu bir sabun köpüğü gibi söndü. Kahramanlar, koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.
Bir Türk – Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti 13 tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:
“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti teşvik ediyor. Zannediyor ki, tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…”
Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yan yana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.
Hâlâ Genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü!” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.
Derviş Vahdeti, epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin14sürümü otuz, kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdeti’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.
Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da15idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:
“Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu ona, bir Genç Türk’ tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet ve cehaletten de hoş geliyordu.
Vakaları mı yazıyorum? Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vaka nüvis”lik ediyordum. Neyse… İşte o fırtına geçti. Şimdi rahat gibiyiz. Boyuna kabineler değişiyor. Vükelaya genç unsurlar giriyor, talihimiz, Türkiye’nin talihi taayyün etmek üzere… Ben daha mesleğimi tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim? O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.
Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Aramızda geçen lafları mutlaka yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey… Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan farkı olmayacaktı. Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan’ın evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben “İttihat ve Terakki” hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükûmet fırkasından, ne de muhalif, “müstakilim” iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki, “Ah her Avrupa’ya giden Türk böyle gelse… “diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:
“İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur!” diyordu. “Pantürkizm,16Panislamizm17filan Avrupa hayalperestlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz: ‘Kişi, kişiyi kendi gibi bilir.’ Avrupa’da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Mesela Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı hâlde, o kadar milliyetperver, o kadar milliyette mutaassıptırlar ki, Paris koketleri18bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya’da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile… Böyle bir muhitte ‘hüküm’ler de millî olarak verilir. Mesela Rene Pinon, bir kitabında: ‘Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul’da, Edirne’de, Makedonya’nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, Türk olmayanları Yemen’e, Fizan’a, en uzak yerlere gönderirler.’ diyor. Hâlbuki Osmanlı hükûmeti tamamen bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep Hassa Ordusu’na19 gelirler. Yıldızın lahat kışlalarında askerliklerini yaparlar.
Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen’e ‘Türk Mezarı’ derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk’ün Yemen’de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö Rene Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani İmparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa’da birkaç unsur olsa, onlar, mutlaka ilk Fransızları düşüneceklerdir. Kezalik bu sırada Is-lav İttihadı, Cerman İttihadı, Latin İttihadı, Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insani, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de ‘Türklük’ diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan, hiçbir Türk’ün aklından geçmeyen ‘Pantürkizm’ hayallerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi, dışımızı bilen Hristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperestlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim ‘Türkiye’ der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri