Tarihe yalan söyletmek Cumhuriyet seçkinlerinin tarihte ilk defa başvurdukları bir durum değildi. Batı zihninin miladi takvimi oluştururken başlattığı “riyakârlık”, Hz. İsa’nın doğumu da dâhil olmak üzere, her olay ve her durumda “tarihe yalan” söyletmiştir.
Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti ile başlatılan Müslümanların takvimi ile de kısmen İslam’ın yazılı tarihi oluşmaya başlamıştır. Hurafe veya “tarihin yalan söylemesi” İslam dünyasında da baş göstermiş ve İsrailiyat adı altında neredeyse bir ilim dalı olmuştur.
Yaşayan bütün iktidar sahipleri, sadece yaşadıkları dönemi/dönemleri değil geleceği ve gelecekteki nesilleri de tasarlamak ve biçimlendirmek istemişlerdir. Gerçeğin anlaşılması ve çerçevesinin çizilmesi bu anlamda iktidar sahipleri tarafından her zaman öncelikli “iş” edinilmiştir.
Batı zihin dünyasının daha sonra dezenformasyon diye kavramsallaştırdığı hakikati yok etme, hakikati karartma veya en masum ifadeyle hakikati farklılaştırma, Müslüman egemenler tarafından da sıkça başvurulan bir yöntemdir.
Seçilmiş halife Hz. Ali’ye itiraz ederek isyan bayrağı açan Şam Valisi Muaviye’nin bu iktidarcı tutumu önce Sıffin’de ortaya çıkmış, ardından da bin yıllarca sürecek bir iktidar çatışmasının fitilini ateşlemiştir.
Sözde, Hz. Osman’ın korunması maksadıyla Medine’ye Şam Valisi Muaviye tarafından gönderilen askerî bir müfreze, olayların daha da artması için bekletilmiştir. Asayişi sağlamak yerine anarşi için Medine’ye bir menzil uzaklıkta bekletilen ordunun sahibi Muaviye, Hz. Osman’ın şehadeti üzerine, Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve eşinin kesilmiş parmaklarını Şam’da günlerce teşhir ederek halkın infialini sağlamak için mümkün olan her yöntemi denemiştir.
İslam’ın yeryüzünü şereflendirmesinin ardından Müslümanlar arasındaki ilk büyük kıyıcı savaş Cemel’de yaşanmış, ardından Sıffin’de katliama dönüşmüştür. O günden bu yana Müslümanların kendi aralarındaki bütün çatışmalar fevkalade kanlı olmuştur.
Bu kanlı ve vahşi çatışmaların odak noktasında yer alan ise her zaman hilafet olmuştur. Allah’ın halifesi, peygamberin halifesi, peygamberin halifesinin halifesi olmak çok efsunlu ve çok etkileyici bir cazibe taşır hâle dönüşmüştür.
Hilafet tarihinde Şia olan Fâtımîler’in iktidarı ele geçirmeleri ve ardından Mısır’a hâkim olmaları İslam dünyasında çok büyük yankı buldu. Müslüman dünyayı ekonomik, sosyal, siyasal olarak etkileyen bu gelişme, İslam dünyasının ruhani lideri olan halifenin, Bağdat yerine Mısır’a taşınmasına da yol açtı. Bu durum, ilk kez Abbasi halifesinden icazet alınmadan yeni bir dönemin başlaması demekti.
Daha önceki pek çok halifenin İslam’a mugayir davranışları olduğu gibi Fâtımî halifeleri de diğerlerinden geri kalmamıştır.
Sahabelere küfür etmeyi, gündelik hayatın sıradan bir davranışına dönüştüren, cami, ev ve sokak duvarlarına hakaretamiz yazılar yazılmasını sağlayan Fâtımî halifeleri eksantrik uygulama ve anlayışları ile tarihin en sıra dışı halife ailesi olmuştur.
Günümüzde herhangi bir İslam ülkesine Batı’nın müdahalesi karşısında “tüylerimiz diken diken” olurken beş yaşında halife koltuğuna oturmuş olan Fâtımî Halifesi Biahkâmillah’ın veziri Efdal, Selçuklular’a karşı haçlılarla anlaşma yapmıştır.
Altı bağlanan çocukların halife olabildiği Fâtımîler’de bazen devletin tek umudu, sarayın hamile kadınlarının bir erkek çocuk doğurmasıydı. Devlet, bir erkek çocuğun doğmadığı zamanda ise “emanetçi imam” atayarak sorunu palyatif olarak çözüyor ve iktidarın sıkıntıya düştüğü zamanlarda da yönetim, Ermeni yöneticilere teslim ediliyordu.
Babanın, oğlunu öldürttüğü, oğulun vezirlerle iş birliği yaparak babasını öldürdüğü, amcanın yeğenine iktidar için kılıç salladığı, yeğenin amcaya ölümü reva gördüğü iktidar çatışmalarıyla geçen Fâtımî Hanedanlığı bir dönem ikiye de bölünmüştür.
Bu kanlı iktidar savaşları sırasında yeryüzünün en eski eğitim kurumlarından El-Ezher’i kuran, dünyanın en büyük kütüphanelerini yaptıran Fâtımîler, dönemlerinde en canlı kültür merkezlerini kurmayı başarmışlardır.
12. yüzyılda kitap ve kütüphane sayısı açısından dünyaya örnek gösterilen Fâtımîler’in kültürel varlığı Selâhaddin Eyyûbî tarafından yağmalanmış, satışa çıkartılmış ve bu satışlar on yıl süreyle devam etmiştir.
Fâtımîler, 929 yılında Kâbe’nin, Ebu Tahir el-Cennabi tarafından sökülüp kaçırılan Hacer’ül Esved taşını da onlardan alarak yerine yerleştirmişlerdir. Bugün bir Müslüman’ın veya Müslüman topluluğun Kâbe’nin taşını sökmesi elbette hayal edilemez ve kabul edilemez.
Günümüzde sıradan sayılabilecek şehirlerin, dönemlerinde erken uyanan valileri kendilerini halife ilan edebiliyorlardı. Muaviye’nin kendi kendini halife ilan ederek, kılıç sayesinde bu makama oturması, bu konuda, gelecek tüm iktidar sahiplerinin de kerameti kendinde görerek halife olmalarına imkân sağlamıştır.
İlk Fâtımî halifesi Ubeydullah, Keyravan şehrinde adına hutbe okutarak “emirül müminin” unvanı aldı.
Hiçbir şûra geleneğine veya seçime ihtiyaç duymadan kendini halife ilan eden Ubeydullah’ın ailesinden gelen halifeler oldukça ilginç uygulamalar yaparak tarihe geçmişlerdir.
Bunlar arasında Hâkim-Biemrillah’ın (996-1021), Yahudi ve Hristiyanların, Müslümanlardan farklı elbiseler giymesi için yasa çıkarması, aynı gemide yolculuk yapmalarını hatta aynı hamamda yıkanmalarını, dokuz yıl süreyle teravih namazı kılınmasını yasaklaması sayılabilir. Ezana eklemeler yapan, “es-salatü hayrun mine’nnevm” ifadelerini çıkartan Biemrillah saçmalıklarını 30 Mayıs 1017 günü kendini Tanrı ilan ederek taçlandırmıştır.
Fâtımîler döneminde mezhep ayrılıkları fevkalade derin ayrılıklara ve tefrikalara yol açmıştır. Fâtımî Halifesi Amir-Biahkâmillah, haçlı ordularına karşı savaşan Arap ve Türklere hiçbir askerî ve mali yardımda bulunmayarak bunu, Sünni ve haçlı ihtilafı olarak gördüğünü ortaya koymuştur.
Fâtımîler, kendilerinden önce ve sonra da uygulamalarını gördüğümüz taht ve iktidar kavgalarında da sıra dışı örnekler ortaya koymuşlardır.
FÂTIMÎLER
Tarihte İfrikiye diye anılan Tunus’ta kurulduktan sonra merkezi Kahire’ye taşınan ve Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye’de egemen olan bir devlettir. Teokratik esaslara göre kurulan Fâtımî Devleti, Şii inanışının İsmailîye kolunun resmî savunucusu idi. Devletin kurucuları Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin soyundan geldikleri iddiasındaydı.
İslam dünyasında uzun süre etkin olan İsmailîye inancı, ismini 765 yılında vefat eden Şii inanışının altıncı imamı Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’den almaktadır. Araplar arasında çok yaygın olan soyculuğun yarattığı ekolün temelleri Yemen’de atıldı. İbn-i Havşeb tarafından oluşturulan ekol, kendini Tunus’ta somutlaştırdı. İbn-i Havşeb, kendi oluşturduğu prensipleri yayması için Ebu Abdullah el-Şii’yi Tunus’a gönderdi. Ebu Abdullah, Ağlebî devleti egemenliğindeki Tunus’ta ilk üssünü kurdu.
Bu arada, Şiiler arasında büyük bir nüfuzu bulunan İmam Ubeydullah el-Mehdi de Abbasiler’in denetiminden uzaklaşmak için 903 senesinde Tunus’a gitmek üzere yola çıksa da yolda yakalandı ve altı yıl hapiste tutuldu. Ebu Abdullah el-Şii’nin Ağlebî hâkimiyetini yıkmak üzere olduğu dönemde İmam Ubeydullah’ın, 909 yılında Tunus’a ulaşması, Ebu Abdullah el-Şii’nin gücünü pekiştirmesine ve hedef büyütmesine neden oldu.
909 yılında Ağlebî devletinin başkenti Rakkâde’yi ele geçiren Ebu Abdullah, 15 Ocak 910 tarihinde İmam Ubeydullah’ı halife ilan etti. Böylece