Beyaz köşkün bahçesini çeviren duvarı takip ediyordum. Şurada da on adım ileride kapı görünüyor. Pek erken… Bu zamanda ziyaret biraz muvafık değil amma, merak beni bundan geç bırakmıyor.
Kapıdan sonra uzunca bir yol ile köşke gidiliyor. Titrek bir el ile çıngırağı çektim. Bir uşak beni içeriye aldı. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet Feridun kapının önünde beni bekliyordu. Zannederim; gelmiş olduğumu pencereden görmüş olacak… Muhabbetle, samimiyetle elimi, sıkarak dedi ki:
“Kalbinin temizliğine emindim. Ruhumun kederlerini, elemlerini anladın! Hikâyemi dinlemek sonra da beni teselli etmek için geldin, değil mi? Teşekkür ederim kardeşim!”
Necdet Feridun elimden tutmuş olduğu hâlde biraz önden gidiyordu. Küçük bir sofayı geçtikten sonra diğer bir kapıdan girdi. Harem dairesine dâhil olmuştuk sanırım. Merdiveni çıktıktan sonra büyük bir salonun soluna açılan diğer bir kapıdan girdik. Muntazamca döşenmiş bir kabul salonuyla kapısı güzel çifte halılarla yarı kapalı bir hâlde bırakılmış bir yatak odası, içeride ise gayet süslü bir karyola bürümcük cibinliklerle göze çarpıyordu:
“Benim dairem…” dedi. “Ben burasını…”
O cümleyi bitiremedi, söz söylemesini meneden bir şeyin boğazına tıkanmakta olduğunu zannettim. Oda biraz karanlıkça idi, panjurları açıktı. Bir koltuğun üzerine uzandım. Necdet sigarasını yaktı. Öteden beriden konuştuktan sonra ben rica ettim. O da sergüzeştini hikâyeye başladı:
“İki üç hafta daha böylece devam etti. Gündüzleri birkaç saat piyano çalar, bazı akşamları arabalarına binerek Fener Bahçe’sine giderdi. Bahçeye hiçbir zaman çıkıp oturmaz, yalnız gezmezdi. Köşklerinin balkonuna ise hiç çıkmazdı. Ya ben; hakikaten pek tuhaf olmuştum. Kalemden iki ay izin aldım. Artık hiçbir şeye ehemmiyet vermiyordum. En büyük arzum, emelim, Meliha’yı tetkik etmek… O sırada seviyor muydum, bilmem… Çehresini o zamana kadar yakından asla görmemiştim. Onun için buna sevda denilemezdi. Ben iptidaları buna Fransızların ‘kapris’ dedikleri asabiyet neticesi bir ‘heves’ namını vermiştim. Aldanmışım, pek çok aldanmışım!
Bir sabah gayet erken uyandım. Güneş; ilk ziyalarını ufka henüz serpiyordu. Şu köşedeki pencerenin panjurunu açtım, pembe köşkün sarmaşıklı odasını gözden geçiriyordum. Nazarlarıma pencereler, duvarlar hail olmuyordu. Görüyordum. Hayalimde Meliha olmak üzere canlandırdığım o latif cismi, o güzel vücudu görüyordum. Zarif olmak üzere tasavvur ettiğim karyolasını kaplayan muslin örtüler, beyaz keten çarşaflar üzerine sarı saçları perişan bir surette yayılmış; pembe, küçük dudakları yarı açık; güya semada uçuşan aşk meleklerine tebessüm ediyor, semadan renk alan gözleri kapanmış, sarı uzun kirpikler birbirine girerek o çehreye başka bir letafet vermiş.
Yüzüme niye hayretle bakıyorsun? Bu şiirle karışık sözlerimi ezberlenmiş saçmalar mı sanıyorsun? Bunlar; birdenbire, ansızın hatıra gelen şeylerdir. Aşkın, insanı şair edebileceğine inanmaz mısın? Eğer inanmıyorsan hata ediyorsun!
Evet, ne diyordum, nazarlarım oraya, Meliha’nın ta karyolasına, o güzel vücudu üstünde uyutan karyolaya kadar gidiyordu.
O sırada yeşil sarmaşıklar arasından bir baş, sarı, kıvırcık saçlardan ibaret bir taçla süslenmiş güzel bir baş göründü. O, ta kendisi, Meliha… Güneşin ufuklara yaldızlar saçarak doğuşunu seyrediyordu. Meliha’yı böyle açık bir hâlde ilk defa görüyordum. Sarı saçları tabii olarak kıvırcıktı.
Dikkatle seyrettim. Şimdiye kadar hayalimde Meliha olmak üzere tasavvur ettiğim çehre bunun yanında söndü. Gözden kayboldu. Kalbim şiddetle atıyordu. Gözlerim güya zaafa uğramıştı. Titrek ellerimle pencerenin kenarına dayanarak başımı dışarı çıkardım. Eski âşıkane vakalarımda ekseriya muvaffakiyetle neticelenmiş olan bir tecrübede bulunacaktım. Saçlarımı parmaklarımla taramakta olduğum hâlde gözlerimi Meliha’ya dikmiş, bakıyordum. İstiyordum ki gözlerimiz birbiriyle karşılaşsın! İstiyordum ki nazarlarımız birbirine çarparak bayılsın. O zaman ben yalvaran, imdat arayan bir vaziyet alacak, sonra meftun, gülecektim. Bu bir tecrübe, itikadımca kati bir tecrübe idi ve o ne suretle mukabele ederse o tecrübenin neticesi sayacaktım.
Ben bu âşıkane darbeyi tamamıyla hedefe isabet ettirmeye hazırlanırken o, kayıtsız bir hâlde beyaz muslin gecelik entarisinden çıkardığı kollarına başını dayamış, yüzüne nurlar serpen güneşi seyrediyordu.
Ben böyle beş dakika asabi bir buhran içinde o tarafa baktıktan sonra Meliha; nazarlarının istikametini benim pencereye çevirdi ve nazarlarımızın birbiriyle karşılaştığını hissettim. Güneşin ziyası güya gözlerimi kamaştırmıştı. Gülmeye gayret ettiğimi hissediyordum. Meliha kayıtsız bulunuyordu. Kendisine çevirdiğim ateşli bakışları ufak bir mukabeleye bile layık görmeyerek yine kayıtsızlıkla içeri çekildi. O anda gözlerim karardı. Bu tecrübe bana bir hakikat, bir hüküm tebliğ ediyordu. Meliha beni muhabbetine layık gömüyor, sevmiyordu. Hemen o dakikada şiddetli bir asabi buhran beni yakaladı, boğuluyorum sandım. Güya iki demir el boğazımı tutmuş, sıkıyordu, bağırmak istedim, sesim çıkmadı. İmdat çağırmaya çalıştım, muvaffak olamadım. Hemen şuraya, şu kanepenin üzerine yığılmışım. O sırada, kan ter içinde kaldığımı anlıyordum. Gözlerimi açtığım zaman kendimi yatakta buldum. Zavallı validem başımın ucunda bekliyordu.
“Ne oldum?” diye sordum.
O, mahzun, müteessir bir ifade ile:
“Hiçbir şey, biraz sıtma. Merak etme oğlum!” cevabını verdi.
Hâlimde bir fenalık görüyordum. Ağırca bir hastalığa tutulmuş olduğumu anlıyordum. Çağrılan hekim; sorulan suallere:
“Sıtma.” cevabını verdi. “Ehemmiyete değer bir şey değil. Bir haftalık istirahat, biraz perhiz, azıcık dikkat elverir. Ziyadece soğuk algınlığı var.”
Mamafih ben hâlimi layıkıyla anlıyordum. Derdimi teşhis etmiştim. Beni güya aldatmaya çalışan hekimin bu sözleri ruhumu sıkıyordu.
Yatakta bir hafta kaldım. Validemin, hemşiremin dikkatleri beni tedaviye kifayet ediyordu. Bununla beraber kendimde biraz zafiyet hissediyordum.
Hemşire ile yalnız kaldığımız zaman kalbimi kemiren o meşum darbenin intikamını almak isterdim:
“Senin azametli hanımefendi ne yapıyor? Nezaketine doğrusu diyecek yok. Yüz adım ötede bir hasta mevcut iken piyano çalmak… Teşekkürlerimi tarafımdan tebliğ edersin olmaz mı?” derdim.
Bazen daha ziyade izahat almak ümidiyle:
“Kibirli hanımefendi hastalığımdan hiç bahsediyor mu?” diye sorardım. Hemşire mahzun bakışlarını gözlerime dikerek yavaşça:
“Hayır.” cevabını verirdi.
İşte o zaman sinirlerim yine coşar, isyan ederdi. Kırılmış olan emellerimin intikamını almak için:
“O sarı çıyan azametine yedirir mi?” derdim. Şu çirkin, soğuk sıfatı onun hakkında kullandıktan sonra bilsen ne kadar müteessir olurdum. Meliha’nın sözü açıldığı gün rahatsızlığım artardı. Mamafih onun sözünü etmekten de yine lezzet duyardım. Bir sabah hemşireye yine bu sözü açmıştım.
Ben köpürüp de birtakım münasebetsiz kelimeler püskürdüğüm sırada bana dedi ki:
“Ağabey!