“Güle güle beyefendi.”
Hanımefendi onu kapıya kadar geçirirken yavaşça fısıldadı:
“Kalmak isterseniz yerimiz var Rıza Beyefendi.”
Başını salladı:
“Teşekkür ederim. Hayır.”
Ve bahşiş almak için o saate kadar bekleyen kapıcıya bir kâğıt uzattı. Caddeye çıktı.
Saat dokuza doğru gözlerini açan Ahmet Melih genç kadını ayakta buldu. Giyinmişti. Tuvaletini bile yapmıştı. Uyandığını görünce yaklaştı. Parmaklarıyla çenesini okşadı:
“Bonjur cici.”
Ahmet Melih çenesini okşayan eli tutmak istedi. Fakat genç kadın fırsat vermedi:
“Saat dokuz. Hem size bir kart var, bakın.”
Ahmet Melih gözlerini ovuşturarak kartı okudu:
Saat dokuzda yazıhanedeyim. Eve dönmeden bana gel.
Yüzünü buruşturdu:
“Saçma!” diye kartı fırlattı.
Başını kaşıdı. Rıza Sedat’ın akşamki lakırtıları hatırına geldi. Herhâlde mühim bir şey olacaktı. Göz ucuyla onu tetkik eden genç kadın sordu:
“Arkadaşlarınız henüz kalkmadılar. Çayınızı getirteyim mi?”
Ahmet Melih zahmetle yataktan atladı.
“Evet, evet, yalnız bir çay.”
Ve hemen giyinmeye başladı.
Genç kadının çantasına koyduğu elli liralıktan başka Hanımefendi’ye de yüz elli lira masraf parası veren Ahmet Melih caddeye çıktığı zaman saat ona yaklaşıyordu.
Bir taksiye atladı. Galata’ya indi. Rıza Sedat onu sabırsızlıkla bekliyordu. Arkadaşını artık konuşulur bir hâlde yakalamıştı. Önce gülerek sordu:
“Eh, nasıl geçirdin bakalım, geceyi? Yüzünü görmedim ama yanındaki herhâlde nefis bir şeydi. Ensesine bayıldım doğrusu. Piyasa malı olmadığı belli. Bulursun kâfir. Nâzım Cemal’i görmedin mi bu sabah?”
Ahmet Melih başını salladı:
“Hayır.”
Ve akşamki içkinin ve yorgunluğun hâlâ geçmeyen harareti ile dilini şapırdattı:
“Bir çay söylesene!”
Sonra koltuğa yaslanarak sordu:
“Akşamdan beri ne oluyorsun Allah aşkına? Bu sabah gözümü açar açmaz kartını burnuma dayadılar. Ferman almış cellatlar gibi ne oluyorsun? Ne var sanki?”
Rıza Sedat yazıhane koltuğundan kalktı. Arkadaşının yanındaki kanepeye oturdu.
“Dün gece eğlendin ya?”
“Şöyle böyle!”
“Dün beni aradığın zaman buradan ne cevap verdiler sana?”
“Feneryolu’na mı gitmişsin, Kalamış’a mı?”
“Tamam, Feneryolu’na gitmiştim. Nereye gittiğimi de ben söyleyeyim, Nermin Hanımefendi çağırmıştı.”
Ahmet Melih’in kaşları kalktı:
“Bizim…”
“Evet.”
“Münasebet?”
“Ben de şaşırdım. Fakat kendisiyle görüştükten sonra büsbütün…”
Ahmet Melih doğruldu. Bakışları canlandı. Bir hadise karşısında olduğunu anlamıştı.
“O Feneryolu’nda mı?”
“Evet.”
Dünden beri karısını görmediği için yirmi dört saatlik vakaları bir anda hatırlamaya çalıştı. Demek dün sabah karısı apartmandan çıktıktan sonra bir daha dönmemişti.
Birdenbire sordu:
“Peki seni niçin çağırtmış?”
Rıza Sedat’ın yüzü değişmişti. Vazife sırasında kabaran yüzünün hatları yine kalınlaşmıştı. Dedi ki:
“Hanımefendinin bana da garip gelen bir fikri var. Ayrılmaya karar vermiş.”
Ahmet Melih yerinden fırladı:
“Ne diyorsun?”
“Evet. Buna kati surette karar vermiş. Bunu sana söylemek vazifesini de bana verdi. Otur ve sakin ol da konuşalım.”
Ahmet Melih koltuğa tekrar gömüldü. Fakat bir anda rengi ve sesi bile değişmişti.
“Aranızda mühim bir hadise geçmedi değil mi?”
“Hiç!”
“Zaten bunu kendisi de söyledi. Onunla iki saatten fazla konuştuk. Ona bu ayrılış kararını verdiren sebebi anlamak için çalıştım. Hatta daha ileri giderek kendi cephesinden bir münasebet olup olmadığını araştırdım. Bunca yıllık avukatlığımın bütün tecrübeli metotlarını kullandım.”
“Evet.”
“Ve buna rağmen anlayamadım.”
“Garip şey. Peki ne diyor?”
“Dediği şu, daha doğrusu garip bir felsefe. Erkekle kadını birbirine bağlayan münasebetler tabii olarak zamanla gevşiyormuş. Hızlarını, hararetlerini kaybeden münasebetleri sürüklemeye çalışmak manasızmış. Bu bağların çözüldüğünü bu ilk duyguların gevşediğini anlayanlar için ayrılmaktan tabii bir şey olamazmış.”
Ahmet Melih dudakları düşmüş, şaşkın şaşkın dinliyordu. Rıza Sedat devam etti:
“Kendisine dedim ki, bu fikrini kabul etmek lazım gelirse hayatta birbirine bağlı bir çift kalmaz. Her izdivaç tabiatın hükümlerine göre aynı yollardan geçer. İlk aşkı sonuna kadar yaşamış insanlara tesadüf edilmiş değildir. Kim iddia ederse etsin, ilk sevginin harareti yaşlar ilerledikçe söner. En çılgın aşk kahramanları bile aynı akıbetle karşılaşmışlardır. Yalnız bir nokta vardır, izdivaçla birbirinin sevgisini paylaşan insanlar zamanla öyle kaynaşırlar ki ilk sevgilerinin ifadesi değişir. Aşkları devamlı bir arkadaşlık şekline girer ve ancak bu kuvvetli bağdır ki, sevgilerin çözüldüğünü hissettirmeden insanları yaşatır.
Bütün bunları âdeta bir içtimaiyat, ruhiyat profesörü gibi anlattım. Münakaşa ettik, fakat kendi kendine öyle bir telkin yapmış ki, kararından geri çevirmeye muvaffak olamadım. Israr etti. ‘Ayrılmamız lazım. Çünkü artık birbirimize duyuracak zevkimiz kalmadı.’ diyor.
Senden hiç şikâyeti yok. Kabahati tabiatta buluyor. On sekiz yıllık karı kocalığın elyafı gevşemiş, suyu çekilmiş bir nebata benzeyen posasını sürüklemek için sebep olmadığını, her iki tarafın da hürriyetini birbirine iade etmesinden başka çare bulunmadığını söylüyor. Tabirlere dikkat ediyor musun? Aynen tekrar ediyorum. Nermin Hanım on sekiz yıllık karı kocalığı elyafı gevşemiş bir nebata benzetiyor. Hani işe tabiat cephesinden bakınca insan kolay cevap veremiyor.
Hayatta tabiatın kanunlarına uygun taraf kalmadı ki! Hele kadın erkek münasebetleri bugüne kadar öyle birbirine zıt şekillere, kalıplara döküldü ki, en tabii olanı hangisidir diye kestirmek imkânı yok.
Eski Yunanlılarda izdivaçtan maksat çocuktu. Ve çocuk cemiyetin malı idi. Bugünün büsbütün aksine olarak kan babadan değil, anadan geliyordu. Babası kim olursa olsun onunla kimse meşgul olmazdı. Ve eski Yunan nesli kadın erkek