Nevnihal dokuz yaşından beri İstanbul’da bulunuyordu; ihtiyarlığına rağmen dinç ve hayli semizdi. Şeffaf denilecek kadar parlak cildi altında en ince damarları bile görünen beyaz siması, kısa seyrek kirpikleri, biraz kanlı ve daima yaşlı gibi duran açık mavi gözleri, ince dudakları, seyrek dişleri arasından tane tane çıkan sözleri ile Selime’ye pek sevimli görünmüştü.
Nevnihal ilk gecede Selime’nin uykusunu pek ağır buldu. Bunu yol yorgunluğuna ve en ziyade Şirin Dadı’nın kaynar sularla haşlamasına verdi. Uyku ağırlığı bir sütanası için tabii bir kusurdu, fakat diğer meziyetlerine bilhassa uzak bir yerden getirildiğine göre bu kusuru görmemek hâle de uygun olurdu. İki üç gün sonra da aralarında kırk yıllık kapı yoldaşı imiş gibi samimilik hasıl olunca Selime’nin böyle bir kusuru olduğunu kimseye söylemedi. Selime’yi yalnız Nevnihal değil, başta Nazikter Kalfa olmak üzere cariyelerin hepsi pek seviyor, tuhaf sözleri, oturuşu, kalkışı, yürüyüşü büyük küçük hanımefendilerin de hoşlarına gidiyordu. Hazırcevaplığı ile bütün kapı yoldaşları tarafından sevilen ve Suat Paşa tarafından Nüzhet Hanım’a verilmiş olan genç bir cariye; Selime’nin öne arkaya, sağa sola sallanarak yürüyüşüne, sandalyelerin üstüne değil önlerine diz çöküp oturuşuna dikkat ederek: “Sütnine değil, Allah’ın bir devesi!” dediğinde, Selime derhâl “Allah devesi3 iplik gibi ayahlarıyla ince ağlar örer, bürümcükler dohur; benimse elimden, ayağıma bir çorap örmek bile gelmez, Allah’ın pek avare bir kuluyum.” cevabını vermişti.
Konak içinde bütün cariyeler için Selime’nin odası bir mahalle kahvesi olmuştu. Hanımefendi hangi cariyeyi aradıysa bulamayarak Selime’nin odasında olduklarını anlayınca hepsini azarladığı gibi, Selime’ye de: “Onları başına toplayıp da Karagöz mü oynatıyorsun, ne yapıyorsun, hangisini ararsan ‘Sütninenin yanında.’ diyorlar, bu iş kaçkınlarını odana sokma!” deyince, Karagöz’ün ne olduğunu bilmeyen sütninesi:
“Valla hanımefendi; ciğerimden vurulayım, ben ne gözümün ahını, ne de karasını oynatıyorum; lakin bu dürtülesiceler dururlar mı, birer ikişer kapıyı kahan içeri dıhılıyor, ben ne göreyim? Bir bahan yanımda kimse in cin yoh, bir de bahan pekmez kokusu almış sinekler gibi yanıma toplanıp bana tebelleş oluyorlar.”
Selime her gece yatağa girince, “Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler gelsin yanıma şahit olsun dinime, imanıma.” diye bir uyku duası okuyup üfledikten sonra gözlerini yumduğu dakikadan itibaren cehaleti kadar derin bir uykuya dalardı. Nevnihal Kalfa icap ettiği zaman Selime’yi uyandırmaya çalışmaktansa, Salih ağlarsa ağzına emzikli bir süt şişesi sokmayı, Haldun adı verilen süt kardeşi ağlarsa kadının memelerinden birini Haldun’un ağzına dayamayı daha kolay bulurdu. Bu iş, bir çeşmenin musluğunu açıp altına bir testi koymak gibi bir şeydi.
Selime’nin yatak duasını hanımefendinin, hatta paşanın da duymaları için çok zaman geçmedi. Birkaç gün içinde bu duayı konakta işitmemiş değil, ezberlememiş kimse kalmamıştı. Pek saf olduğu anlaşılan Selime’nin, melekleri şahit göstererek rahatça uyuduğu, din ve iman hakkındaki bilgilerinin garip şeyler olacağı tahmin edilerek, paşa tarafından, bu husustaki malumatı öğrenmeye Nazikter Kalfa memur edildi; Nazikter bir sırasını getirip Selime’yi sorguya çekti:
“Her gece yatarken melekleri şahit getirdiğin din ve imanın ne olduğunu bilir misin?”
“Onu sorgu melekleri mezarda sorarlar, şimdi sorulmaz, hem de osorgunun karşılığı diri iken verilmez, ölünce verilir.”
“İnsan sağken bilmezse ölünce hiç bilmez”
“Mezara gömülünce imam talkın verir, öğretir.”
“Demek sen hiç bilmiyorsun?”
“Dini din, imanı iman bilirim, işte bu gadar.”
“Allahı nasıl bilirsin?”
“İyi bilirim, lakin görmedim.”
Nazikter, Selime’nin yüzüne bakıp latifeye benzer bir eser göremeyince, kuşkulandırmayarak bütün malumatını anlamak için sözlerine devam etti:
“Pekâlâ, Peygamber kimdir?”
“Allah’ın torunu.
“Babası kimdir?”
“Âdem babamız.”
“Anası da Havva anamız olduğunu tabii bilirsin. Sormaya hacet yok; namaz nedir?”
“Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar; dişi ehliler kılmaz sevaplı bir iştir.”
“Devlet nedir?”
Selime, böyle bayağı bir sorguya nazaran kendisinin pek ahmak zannedilmesine kızmış gibi bir tavır aldı:
“Bunu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeleri saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar gönderir.”
“Padişah kimdir?”
“Devlet Efendi’mizin altın kafes içinde oturan büyük oğludur.”
“Sizin köyde mektep yok mu?”
“Var, caminin yanında güççük bir dam, yazın tabut, teneşir korlar, kışın imam çocuhlardan bazılarına namazlıhlarını öğretir.”
“Yaz günlerinde öğretmez mi?”
“Yaz günlerinde çoluh çocuh herkes kırda bulunur; köyde yalnız hastalar, kötürümler, düşkün ihtiyarlar kalırlar. Zaten imamın da bir çoh çoluğu çocuğu bir dam dolusu ekmek düşmanları var; o da yazıda, yabanda gezer, çift çubuh arkasında koşar. İmam, kış günleri de çocuhların hepsini okutmalı ister emme, her hafta perşembelik (perşembe günleri hocaya verilen on para) vermek, köyde hangi yiğidin kârıdır? Mektebe üç beş çocuk ya kider, ya kitmez.”
Nazikter Kalfa bu muhavereyi harfiyen paşaya arz etti.
Paşa müteessir oldu. O hafta içinde: “…Bütün köylerimizde mektepler tesis ve küşat ile nimeti mearifin tamimi, İslam akidelerinin halelden masun olarak muhafazası esbabının istihsali…” diyerek her tarafa emirler verilmiş ve o zamanın gazeteleri bu vesileyle uzun makalelerle şu diyanet ve maarifseverliği, sesleri çıktığı kadar alkışlamışlardı.
Vilayetlerimizden birkaçının merkezi ile bunlar dâhilinde bulunan ve nispeten müterakki sayılan beş on kaza, liva merkezleri istisna edilince, diğerlerinde, Selime’nin köyündeki gibi tabut, teneşir koymaya mahsus mahallere veya öteden beri mevcut ahır bozuntusu damlara türlü türlü yeni adlar takarak vilayet dâhilinde üçer beşer bin mektep küşat edildiği resmen ilan olunan ve temelsiz binalar kabilinden idadi mektepleri bile yapılmış olan bazı vilayet mekteplerinde bile hâlâ iptidai mektebi denmeye layık bir tek mektep bulunmadığını hüzünle itiraf edelim.
Naîme (Büyük Hanımefendi)’nin kâtibi olan Nazikter’in sorulan bütün Osmanlı ülkesindeki köylülerin hangisine sorulsa, binde biri, yani mâdum hükmündeki nadirleri istisna edilince, Selime’nin cevapları gibi, belki daha garip cevaplar alınacağından şüphe yoktur.
Geçen devirlerde “Güzarı maarif” kesildiğini yazmadık kalem kalmamış olan imparatorluğun -hazır hâline nazaran, birkaç büyük şehirden, beş on küçük kasabadan başka yerlerinde- maarif gülünün henüz bir tek filizi bile yeşillenmeye başlamamıştı.
Memleketimiz