AÇIK ARTIRMAYLA SATILAN ADA
Satış memuru Dean Felporg, nefes almadan bağırıyordu:
“Peşin parayla satılık ada! Masraflar alıcıya aittir! Ada, son arttıranın olacaktır!”
Tellal Gingrass da kalabalığın arasında dolaşarak, durmadan:
“Satılık ada! Satılık Ada!” diye bağırıyordu.
Sacramento Caddesi 10 numaradaki büyük müzayede salonu, en canlı, en hareketli günlerinden birini yaşıyordu. O gün orada sadece Kaliforniyalılar değil San Fransisko’ya çeşitli sebeplerle gelmiş olan çeşitli eyaletlere mensup, çeşitli milletten iş adamları ve meraklılar da bulunuyordu. Şunu da vakit geçirmeden ilave edelim ki, artık bu şehir, 1849’la 1852 yılları arasında olduğu gibi, altın arayıcılarının dinlenmek için konakladıkları basit bir kervansaray kasabası değildi. Yirmi küsur sene içinde mühim gelişmeler olmuş San Fransisko, Batı Amerika’nın rakipsiz bir ticaret ve endüstri merkezi hâline gelmişti.
O gün hava çok soğuktu. Fakat, salonu dolduranlar bunu fark etmiyorlardı. Bütün yüzlerde sonsuz bir merakın derin izleri görünüyordu. Satış memurunun ve tellalın bağırışlarına aldırış etmiyorlardı. Zaten, Hükûmetin garip bir kararla satışa çıkarttığı, Büyük Okyanus’taki işe yaramayan boş bir ada kimin işine yarardı? Bir insanın ne kadar zengin olursa olsun, böyle bir şeyi düşünebilmesi için muhakkak deli olması lazım değil miydi? Orada bulunanlar, tespit edilen fiyatın bir kuruş bile arttırılmayacağına inanıyorlardı. Herkes gülüyor, şakalaşıyor, fakat satışa iştirak etmiyordu.
Tellal Gingrass durmadan bağırıyordu:
“Satılık bir ada! Satılık bir ada! Çevresi yüz yirmi kilometre! Yüzölçümü doksan bin hektar!”
Bir Meksikalı, içkiden kısılmış, alaycı bir sesle Gingrass’a sataştı:
“Acaba adanın dibi sağlam mı? Sakın sulara gömülüp batmasın?”
Tellal, bu sataşmaya aldırış etmeden bağırmaya devam ediyordu:
“Balta girmemiş ormanlarıyla, çayırlarıyla, tepeleriyle, dereleriyle Satılık Ada!”
Bir Fransız, satış memuru Felporg’a sordu:
“Garanti veriliyor mu?”
Pişkin bir adam olan Pelporg, bu sualin altında gizli olan alayı anlamazlıktan gelerek, ciddi bir sesle:
“Evet, garanti veriliyor.” diye cevap verdi.
“İki senelik mi?”
“Hayır, kıyamet kopuncaya kadar!”
Bu sırada tellal feryat ediyordu:
“Zararlı, yırtıcı hayvanların, yılanların bulunmadığı bir ada!”
Kalabalığın arasından bir ses yükseldi:
“Kuşlar var mı?”
Başka birisi de:
“Sinekler, böcekler var mı?” diye alay etti.
Satış memuru Dean Felporg:
“Bu cennet gibi ada, son arttıranın olacaktır!” diye bağırdı. “Haydi Hemşehrilerim! Biraz cesaret! Hiç kullanılmamış bir ada! Okyanusun ortasında bir cennet! Ucuz değil, bedava! Böyle ada için bir milyon yüz bin dolar nedir ki! Evet! Yanlış işitmediniz! Sadece bir milyon yüz bin dolar! Arttıran yok mu? İçinizde böyle bir adaya sahip olmak isteyen yok mu? Bir ada! Kim almak istiyor?”
Kalabalığın arasından birisi, bir biblo veya tablodan bahseder gibi:
“Malı buraya gönder, tetkik edelim!” diye bağırdı.
Salondakiler bu söze kahkahalarla güldüler. Fakat, yarım dolar arttıran bile olmadı.
Satılan şey, elden ele geçecek cinsten olmadığı için adanın çoğaltılan planı salondakilere dağıtılmıştı. Arzu eden, bu plana bakarak bir fikir edinebilirdi.
Satışa çıkarılan bu adanın adı “SPENCER” dı. San Fransisko Körfezi’nin dört yüz altmış mil batı – güneybatısındaydı. Haritadaki yeri ise 32° 15’ kuzey enlemi. Greenwich meridyenine göre 142° 18’ batı boylamındaydı.
Ada, Amerikan suları içinde olmasına rağmen deniz trafiğinin dışında bulunuyordu. Bu bakımdan, tamamıyla ıssız bir kara parçası sayılabilirdi. Gemilerin buraya sokulamamalarının bir sebebi de ters istikametlerden gelip çaprazlaşan akıntıların, adanın civarında tehlikeli girdaplar meydana getirmeleriydi. San Fransisko’dan hareket eden gemiler, adanın bir hayli güneyinden geçiyorlardı. Gürültülerden uzak bir şekilde yaşamak isteyen bir insan için bu ada ideal bir yerdi.
Hükûmet niçin bu adayı satmak istiyordu? Acaba bu bir fantezi miydi? Hayır. Bir milleti temsil eden bir hükûmetin, şahıslar gibi kaprisleriyle hareket etmesine imkân yoktu. Spencer adası, işgal ettiği yer bakımından hükûmet için faydasız bir yerdi. Orada binalar inşa edip insanların oturmasını temin etmek imkânsız bir şeydi. Böyle bir teşebbüs ne hükûmete ne de insanlara bir menfaat sağlayamazdı. Askerî strateji bakımından da hiçbir kıymeti yoktu. Ticari bakımdan da değerli bir yer değildi. Yetiştirilecek mahsulün temin edeceği kâr, nakliye masraflarını bile karşılayamazdı. Bütün bu faktörleri göz önüne alan hükûmet, adayı satmaktan başka pratik bir çare bulamamıştı. Fakat satın alacak şahsın Amerikalı olması şarttı.
Hükûmetin tespit ettiği fiyatın çok düşük olmasına rağmen hiçbir işe yaramayan bir adayı alıp başına dert açmak isteyen bir insanın bulunabileceğini düşünmek imkânsızdı. Böyle bir fantezi için bir milyon yüz bin dolar verecek şahsın, muazzam bir servete sahip olması lazımdı. Buna rağmen hükûmet, adanın bu fiyattan aşağıya satılmamasına kati olarak karar vermişti.
Hükûmetin, satın alacak şahıs için ileri sürdüğü şartlardan birisi de o şahsın krallığını asla ilan edemeyeceğiydi. Günün birinde ada kalabalıklaşacak olursa o şahıs ancak cumhurbaşkanlığına seçilebilecekti. Hükûmet, Amerikan kara suları içinde, ne kadar ufak olursa olsun, bir krallığın kurulmasına asla razı olamazdı.
Şartlar bu kadar basit olmasına rağmen adayı almaya istekli olduğunu belirten bir kişi bile ortaya çıkmamıştı. Dakikalar geçiyor, satış memuruyla tellalın nefesi kesiliyordu. Bu arada salondakilerin alayları, sataşmaları gittikçe şiddetini arttırıyordu. Adaya karşılık, hükûmetin kendisine açıktan para vermesini isteyecek kadar alayı ileri götürenler vardı. Bu arada mütemadiyen bağıran tellalın sesi duyuluyordu:
“Satılık Ada! Satılık ada! Ada bir dolar arttıranın olacak! Efendiler vakit geçiyor! Fırsatı kaçırmayın!”
En sonunda satış memuru:
“Eğer arttıran olmazsa, müzayede duracaktır!” diye bağırdı. “Saymaya başlıyorum! Biiiiirrrr! İiiikiiiiii!”
İşte bu anda, salondaki gürültüyü bastıran bir ses duyuldu:
“Bir milyon iki yüz bin dolar!”
Bu altı kelime salonun içinde bir bomba tesiri yapmıştı. Kısa bir an sessizleşiveren kalabalık, bir tek vücut gibi sesin sahibine doğru dönüvermişti.
Bu şahıs William W. Kolderup’du.
2. BÖLÜM
İKİ DÜŞMAN KARŞI KARŞIYA
William W. Kolderup, San Fransisko’da bir masal kahramanından farksızdı. Serveti binlerle değil milyonlarla hesaplanıyordu. Kaliforniya’ya ilk adım atan altın arayıcı ve spekülatörlerdendi. Daha sonra meşhur İsviçreli Sutter’le ortak olmuş ve ilk zengin altın damarını bulmuştu. Bu teşebbüsle yetinmemiş, şans ve zekâsının yardımıyla Amerika ve Avrupa’daki bütün büyük maden işletmelerine el uzatmıştı. Serveti çoğaldıkça cesareti artmış, ticari ve sınai spekülasyonlara atılmıştı. Muazzam sermayesiyle yüzlerce fabrikaya ortak olmuş, gemileriyle dünyanın her tarafına mallarını göndermeye başlamıştı. Böylece serveti her geçen gün geometrik oranla çoğalmıştı. Bu ölçüsüz zenginliğe rağmen William W. Kolderup, tevazudan ayrılmamaya muvaffak olmuştu.
William W. Kolderup, okuyucularımızın karşısına çıktığı sırada, yeryüzünde iki bin müessesenin sahibiydi. Amerika, Avrupa ve Avustralya’daki bürolarında seksen bin memur