Batılı devletler de Osmanlı padişahlarının bütün Müslümanların halifesi anlamına gelen “âlemşümul halife” olduklarını kabul etmişlerdir. İngilizler, kendilerine karşı Fransızlarla iş birliği yapmasından kuşkulandıkları Hindistan’daki Meysûr Sultanı Tîpû’ya öğüt vermesi için III. Selim’den mektup yazmasını istemiştir, padişah da bunu yapmıştır. Osmanlı hükümdarlarındaki bu anlayış, 19. yüzyılda daha da artmıştır. 1819’da İstanbul’a bağlılık mektubu gönderen Buhara Hanı Haydar Şah’a gönderilen mektupta, Osmanlı padişahının hadimü’l-haremeyn ve halife sıfatıyla bütün Müslümanların sığınacakları merci olduğu, dolayısıyla Haydar Şah’ın ayrıca biatine ihtiyaç bulunmadığı belirtilmiştir. 1850’de Hollandalılara karşı yardım talebinde bulunan Açe Müslümanlarına mektup gönderen Padişah Abdülmecit, II. Selim döneminden beri devam eden Osmanlı Devleti himayesinin kendi döneminde de devam edeceğini teyit etmiştir.
Tanzimat’la Birlikte Hilafet Kurumu Hükümdarlıkla Bütünleştirildi
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra geleneksel hilafet anlayışında değişikliğe gidildi. Böylece, daha önce İslam’ın hizmetkârı ve devletin başkanı olarak görülen halifeye, devletin bütün unsurlarını birleştiren ve hepsine eşitlik ilkesi çerçevesinde hizmet veren bir hükümdar gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Bu durumda halifeliğe Müslümanların dinî başkanı anlamı yüklenmiştir. Padişahlık unvanı da padişahın devletin bütün unsurlarını yönetmesi nedeniyle siyasi bir kimlik olarak görülmeye başlayınca da hukuki bir ayrışmaya neden olan bu ayırım sonucunda, halifelik unvanı ruhani bir liderlik şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı hilafet anlayışı 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi’nin 3. maddesinde ifadesini bulmuştur. O ifade şöyledir:
“Zât-ı Hazret-i Pâdişâhî hasbe’l-hilafe dîn-i İslam’ın hâmîsi ve bi’l-cümle tebea-i Osmâniyye’nin hükümdarı ve padişahıdır.”
Kanun maddesinde geçen himaye manevi ve dinî nüfuzu ifade etmekle birlikte, uygulamada bu ayrıma her zaman riayet edilmemiştir. Mesela 1873’te Sultan Abdülaziz zamanında Osmanlı Devleti’nin himayesine girmek isteyen Doğu Türkistanlı Yakub Han’ın yardım talebi kabul edilmiş ve kendisine askerî yardım gönderilmiştir. Aynı şekilde, II. Abdülhamit döneminde, Hollanda’nın sömürgesi Cava Adası’ndaki Müslümanlardan topladığı haksız vergi için Osmanlı konsolosları Hollanda hükûmetine başvurmuş ve Padişah II. Abdülhamit de bu başvuruyu onaylamıştır. Yine Ermenilerin saldırısına uğrayan Kafkasya Müslümanları için Rusya nezdinde girişimlerde bulunan da Osmanlı Devleti olmuştur.
II. Abdülhamit, Halifeliği Yeniden Evrensel Güce Dönüştürdü
Osmanlı Devleti’nde halifelik unvanının en etkin hâle geçtiği dönem, II. Abdülhamit dönemi oldu. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel, Avrupa ülkelerinin iç işlerine müdahalesinin arttığı bir dönemde II. Abdülhamit tahta geçti. Aynı zamanda bu dönemde Rusya ile büyük savaşa hazırlanılıyordu. II. Abdülhamit, daha saltanatının başlarında Osmanlı hilafet iddialarını hem teoride hem pratikte kuvvetlendirme gereği duydu. II. Abdülhamit’i hilafet kurumunu etkin bir şekilde kullanmaya iten, Avrupalı devletlerin bir kısım sömürgelerinin halkının Müslüman olması idi. Hindistan’daki, Orta Asya’daki Müslümanları “ittihad-ı İslam” fikrine davet etmek, devlet üzerindeki yabancı baskısını azaltmaya dönük bir siyasete dönüştürüldü. Bu dönemde halifelik unvanı, devletler arası rekabette bir koz olarak çok önemli bir fonksiyon icra etti.
Osmanlı hilafetinin meşruluğu dört esasa dayanıyordu:
1) İlahi iradenin tecellisi.
2) Ecdattan miras kalması.
3) Siyasi ve askerî güç sahibi olarak ilayı kelimetullah için fütuhatta bulunmak.
4) Bilginler, devlet adamları, askerler ve halkın onaylaması ve biat etmesi.
Osmanlı Devleti döneminde halifenin, Kureyş kabilesinden olması şartına itibar edilmemiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan bu yorumun Hulefa-i Raşidin Dönemi ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Halifelik müessesesini savunan Cevdet Paşa’ya göre sa-habelerin çoğunluğunun halifenin Kureyş’ten olmasını istemesinin nedeni, Kureyş kabilesinin dönemi itibarıyla Araplar arasında sahip olduğu itibardır.
Bir kısım din bilginlerine göre, halifelik gibi devlet başkanlığı da din ve dünya işlerinde “riyaset-i umumiye” demektir ve bu şekilde Müslümanların işlerini üstlenen kişiye “imam el müslimin” denir. Halifelik, Müslümanlar arasında ittihadı tesis eden bir kurumdur ve ancak güçle ayakta durabilir. Hükümdara itaat etmek ise farzdır. Bu nedenle Osmanlı padişahlarının hilafetleri meşru kabul edilip onlara itaat etmeyenler asi kabul edilir. Cevdet Paşa, halifelik ve sultanlığın tek kişide toplanması gerektiğini savunmuştur. Ona göre Abbasiler Dönemi’nde ruhani bir hüviyete bürünen halifeliğe, Yavuz Sultan Selim asli kimliğini kazandırmıştır. II. Abdülhamit’in halifelik anlayışı da Cevdet Paşa’nın fikirlerine göre şekillenmiştir. Cevdet Paşa’ya göre, halife ulülemrdir ve ona itaat Allah ve resulüne itaat anlamına gelmektedir.
Ahmet Mithat Efendi, padişahın isteği üzerine hazırladığı raporunda Allah’ın halifeye insanlığın üstünde bir makam verdiğini, Allah ve resulüne itaat emredildiği gibi halifeye de itaatin farz olduğunu, bu emre karşı gelenlerin mürtet kabul edileceğini ve büyük günah işledikleri gerekçesiyle öldürülebileceklerini belirtmiştir. II. Abdülhamit, halifelik müessesesi üzerinde son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almıştır.
Devletin ekonomik ve askerî yönden zayıfladığı dönemde halifelik müessesesini canlandıran II. Abdülhamit’e karşı başta İngilizler olmak üzere bazı Avrupalılar, karşı propaganda başlatmışlardır. Sömürgeleri olan Müslümanlar üzerinde onun gösterdiği tesiri kırmak için Abdülhamit’in Kureyş soyundan gelmediği iddiasını yayarak onun gerçek halife sayılamayacağını ileri sürüp çok sayıda broşür dağıtmışlardır. Hazırladıkları özel ekiplerle, hac mevsiminde karşı propaganda yaptırmışlar ve İslam dünyasından saygın kişileri ülkelerine davet ederek onları etkilemeye çalışmışlardır.
İngiltere’nin asıl hedefi, Araplar arasından bir halife çıkartarak Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki dinî nüfuzunu zayıflatmaktı. Aslında İngiltere’nin halifelik unvanı ile ilgilenmesi 18. yüzyılın sonlarında başlamıştı. 1870’lerde İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde meydana gelen soğukluk ve İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ortaya çıkabilecek direnişlerin halifelik çevresinde güçlenmesi ihtimali İngilizleri bu kurumun manevi nüfuzu hakkında korkuya düşürdü. İngilizlerin halife adayı Mekke emîri idi, bu nedenle Osmanlı hilafetinin meşru olmadığı yönünde basında yayınlar yapmaya başladılar. Aynı şekilde, siyasetçiler ve devlet adamları da Osmanlı hilafetinin bir meşruiyetinin bulunmadığı yönünde beyanatlar verdiler. İngilizler bu iddialarını şu gerekçelere dayandırıyorlardı:
1) Osmanlılar’ın hilafet iddiası, İslam dünyasının tamamı tarafından kabul edilmiş değildir.
2) Osmanlılar Kureyş soyundan gelmemektedir.
3)