“Ay, ben korkarım anne! Ne vakit çarpacakmış?”
“Bilmem. Gel de sor.”
“Bedriye Hanım teyze… Kuyruklu bize ne vakit çarpacakmış?”
“Önümüzdeki mayısın bilmem kaçında sabaha karşı çarpacakmış diyorlar.”
Emine Hanım: “Çarpacağını böyle günüyle, saatiyle nasıl biliyorlar? Kuyruklu, filan günde filan saatte çarpacağım diye bu dünyaya telgraf mı göndermiş?”
Emeti Hanım, duvarın arkasından haykırarak:
“İnanmayınız, inanmayınız… Külli müneccimün kezzâb… Büyülerine at nalı, tavşan başı… Gene büyük bir büyü yaptılar da onu tutturmak için bu koskoca yalanı kapıp ortaya salıverdiler.”
Bedriye Hanım: “Yalan değil, yalan değil… Ben kuyruklunun resmini gördüm.”
Emeti Hanım: “Ay, nerede gördün? Aman aman, bu zamane insanlarının yapmayacakları yok. Ne çabuk resmini çıkardılar?”
Bedriye Hanım: “Telgrafçıların evinde gördüm. Bilirsiniz ya, onun oğlu İrfan, Frenkçe okur. Önüme bir büyük kitap açtı. İçinde bütün yıldızların, ayların, güneşlerin resimleri var.”
Emeti Hanım: “Ah, tevekkeli değil, Tanrı’nın sırlarına ermek için böyle gökteki ayların, yıldızların resimlerini çıkarınca işte sonu böyle olur. Bize kuyruklusu da çarpar, kuyruksuzu da…”
Bedriye Hanım: “Bu kitabın içinde ne yok, ne yok, ne yok hanım… Birçok tekerlekler, yarım aylar, bütün aylar… Âşık yolunu şaşırdı gibi, endişe gibi çizgiler… Üç köşeli, dört köşeli şekiller… Anasına, babasına pay veren çiçeğine benzer bir şeyler… Tentene gibi, Hristo teyeli gibi kıvrıntılar… Sümüklü böcek gibi, solucan gibi hayvancıklar. İrfan Bey hep onları adlarıyla, sanlarıyla anlatıyor. O kitapta kuyruklu bir tane değil ki… Dolu. Hepsinin zamanı varmış. Kimisi on senede kimisi yirmi, otuz, kırk, elli, altmış, yüz, daha bilmem kaç senede bir gelip bizim dünyamızın yanından geçerlermiş.”
Emeti Hanım, sinirlilikten birkaç defa geğirerek:
“Aman aman, geçsin! Kimseyi incitmeden geçsin. İki gözüm, bizden ırak olsun!”
Mebrure: “Anne, biz de gidip kuyruklunun resmine bakalım… Kedi kuyruğu gibi mi, Karaman kuyruğu gibi mi acaba?”
Emeti Hanım: “Gecenin birinde gelip de çatarak evlerimizin damlarını gümbür gümbür başımıza indirirse kedi kuyruğunu sen o zaman görürsün!.. Aman bu şimdiki tazeler… Ne işitirlerse hemen görmeye kalkan bu deli kızlar…”
Bedriye Hanım: “İrfan Bey, kitaptaki birçok kuyrukluların içlerinden bir tanesini parmağıyla göstererek ‘Gelip de bize çatacak diye korktuğumuz haspa işte bu.’ dedi.”
Emeti Hanım: “Kız, nasıl şey? Tarif et. Meraktan çatlayacağım… Ben de gidip göreyim bari…”
Bedriye Hanım: “Ah, nasıl tarif edeyim anacığım?.. Deniz kızı mı desem, Ankara keçisi mi, yoksa Van kedisi gibi mi desem? İşte öyle saçaklı bir kafa. Badem gibi çekik çekik gözler… O taranmış, beyaz keten gibi nurlu saçlar, ta topuklara kadar inmiş…”
Emeti Hanım: “Kız, ihtiyar mı, ak saçlı mı?”
Bedriye Hanım: “A, ihtiyar zahir… Âdeta akpapa… O kitapta yazıyor, bilmem kaç yüz yaşındaymış.”
Emeti Hanım: “Bize dokunmasın da Tanrı’m daha uzun ömürlü etsin.”
Mebrure: “Anne, n’olur, biz de gidip görelim…”
Emine Hanım: “Gideriz, görürüz. Gürültü etme. Haydar uyanacak.”
Bedriye Hanım: “Adı da var. Dur bakayım neydi? Şey… Halamın yıldızı…”
Emeti Hanım: “Ah, çarçabuk kuyrukluyla hısım akraba oluverdiler… Onların halasıysa iki gözüm, benim de teyzem olsun, bize dokunmasın…”
Mebrure: “Benim de büyük anam olsun.”
Bedriye Hanım: “Benim de kaynanam olsun bari…”
Hep bir ağızdan birer kahkaha salıverdiler. Gürültüden salıncakta Haydar uyanır. Bir ağlama bir yaygaradır başlar… Emine Hanım, pencereden çekilip çocuğu sallayarak:
“Uyandı oğlan a dostlar niiiinni
Haydi gidin hoşhoşlar niiiinni
Benim yavrum uyanacak niiiinni
Gülüşmeyin hanımlar niiiinni
e… e… e… eh…”
Emeti Hanım: “Kızım Bedriye, kuyrukluyu kaynanana benzetme. Eğer hırçınlığı ona çekerse Allah esirgesin, bu dünya altüst olur…”
Bir ikinci kahkaha sağanağı başladığı sırada Emeti Hanım’ın başı birdenbire duvarın arkasından kaybolur, sesi kesilir.
Bedriye Hanım, Mebrure’ye: “A, hatun ne oldu? Birdenbire lakırtıyı kesti. Oradan kayboldu. (haykırarak) Emeti Hanımcığım? Düştün mü, ne oldun?”
Emeti Hanım, biraz derinden:
“Ah, ne olacağım?.. Üstüne bastığım küfenin dibi çıktı. Göğsüme kadar içine gömüldüm. Ne kalçam ne kuyruk sokumum kaldı. Hep sıyrıldı. Hurd oldum, şöyle hurd… Nene lazım senin a alık kahpe, küfeye çıkıp da komşularla çene yarıştırırsın?”
Bedriye Hanım: “A, vah vah!.. Gördünüz mü zavallının başına geleni? Evde kimse yok mu, Emeti Hanımcığım?”
Emeti Hanım: “Yok ya… Oğlan okulda. Hayriye’m de etekliğinin etrafına makine çevirmeye Bedestenlilerin evine gitti.”
Bedriye Hanım, yazıklanarak:
“A, onlar gelinceye kadar ne yapacaksın küfenin içinde?”
Emeti Hanım inleyerek:
“Ah, ne yapacağımı bilir miyim yavrum? Kapana tutulmuş fare gibi bunun içinde oturacağım…”
Bedriye Hanım: “Şöyle biraz çalış, çabala bakalım. Belki çıkarsın.”
Emeti Hanım, sağına soluna kıvranıp çıkmaya uğraşarak:
“Ah, mümkün değil… Küfenin ağaçları böğrüme batıyor. Tıpkı kapana benziyor. İçine girmesi kolay da çıkması güç. (ağlamaya başlayarak) Ne yapacağım ben şimdi?”
Emine Hanım, salıncağın başında ninnisine devamla:
“Pek yaramaz susmuyor niiiinni
Ne desem uyumuyor niiiinni
Kuyrukludan korkmuyor niiiinni
E yavruma e… e… e…h.”
Mebrure pencereden başını uzatabildiği kadar uzatarak komşuya doğru sarkıp:
“Bedriye teyze, yıldızın gözleri tarif ettiğin kadar sahi güzel mi?”
Bedriye Hanım: “Pek alımlı. Tahrilli tahrilli, görsen…”
Mebrure: “Ya saçlar?”
Bedriye Hanım: “İpek gibi beyaz. Uzun mu uzun. Topuklarını dövüyor.”
Mebrure: “Ah, bir kere görsem… Meraktan çıldıracağım!”
Emeti Hanım, küfenin içinden haykırarak:
“Orada