PERVİN’İN HATIRA DEFTERİ
Bugün bir aydır İstanbul’dayım. Gençliğimin en nurlu senelerini geçirdiğim o muazzez İzmir’de, o genç kızlığımın geliştiği, gençliğin sonsuz emelleri ile çiçeklendiği o latif ve güzel şehirde bir gün gelip hayatına karışacağım diye saadetten çıldırdığım ve İstanbul hakkında kurduğum hayaller, emeller bu bir ay içinde ne zalim bir sukut ile mahvoldu. Daha geleli ancak bir ay olduğu hâlde ne tedavisiz bir emel kırıklığı ile sakat ve harabım…
Şimdiye kadar beni en çok işgal eden şey, babamın memuriyeti yüzünden uzak yaşamaya mecbur olduğumuz İstanbul hayatı idi. Arkadaşlarımla en çok konuştuğum, yalnız kaldıkça en muazzez hayalim, hep ve yalnız, bu idi. Bana göre saadet, zevk, yani gıpta edilecek hayat, ancak İstanbul’da bulunabilir; zarafet, güzellik, şıklık ancak orada çiçeklenip gelişebilirdi. İzmir, olsa olsa, ikinci derecede bir şehir olduğu gibi pek aşağı olan medenilik seviyesi onu belki dördüncü ve hatta beşinci dereceye alçaltıyordu. Fikrimce, yaşanılacak, mesut olunacak şehir ancak İstanbul olmak lazım geliyordu.
Bunun için, bu kış, babamın nihayet yalvarmalarıma dayanamayıp bahar gelince beni İstanbul’a, amcamın yanına misafir göndereceğini ve yazı İstanbul’da geçirmeme müsaade ettiğini öğrenince sevincimden deli olmuştum. Babamla amcamın her ne sebepten ise araları pek sıkı olmadığı için, uzun tereddütlerden sonra nihayet babam nasılsa razı olmuş, benim memnuniyetim için amcama mektup yazıp bu misafirliği haber vermişti. Mektubun cevabının gelmesi, sonra daha birtakım teferruat, yolculuğu mayıs ortasına kadar geciktirmişti. Nihayet, uzun emel senelerinin biriktirdiği acele ve telaş ile neşe ve sevincimden uçarak, İzmir’den vapura binmek nasip oldu.
O gece sabaha kadar hummalı idim. Nihayet sabah olup da vapurumuz Ayastafanos (Yeşilköy) açıklarına geldiği ve İstanbul, bu benim gibi yüksek emelli, oldukça rakik bir genç kız için saadet hissederek yaşayabileceği tek şehir, orada, gözümün önünde bütün güzelliği ile serildiği vakit, yüreğim nasıl çarpıyordu!
Zannediyordum ki orada nefes almak, mesut olmak demektir. Oraya dair bilenleri o kadar dinlemiş, o kadar tafsilat almıştım ki, o artık benim nazarımda bir adi şehir değil, bir hülya cenneti olmuştu. Bütün İstanbul’da yaşamış arkadaşlarımın o kadar övdükleri, İzmir’in Türkler ve bilhassa Türk kadınları için imkânsız olan hayatına bedel, her köşesi bir başka gezgi olan hayatıyla göklere çıkardıkları tarifler hep gözümün önünde idi.
Sağda, bu mayıs sabahının sisleri arasında Adalar, uykulu bir mahmurluk içinde idi. Sonra onların arkasından ince bir sahil uzanarak Fenerbahçe ve Moda, Kadıköy ile İstanbul’a birleşiyor; ben Adalar’a, Fenerbahçe’ye bakarak bütün buralarda yaşanılan hayatın letafetini mübalağa ile tasavvur ediyordum.
Fakat o kadar… Ne yazık ki, o kadarcık… Yani, yalnız uzaktan ve tasavvurda olarak… Çünkü hakikat o kadar bet, o kadar çirkin, o kadar harap edici ki! Evvela o insanın ilk ayak attığı yer, rıhtım İzmir’in Avrupa şehirlerini andıran muhteşem Kordon’una bedel, buranın rıhtımı dar, siyah, boğucu bir yer… Vapurlardan çıkarılan un çuvallarıyla, sair eşya ile yüklü, bir tarafı en adi, hatta en sefil gazinolarla, kahvehanelerle kapalı birkaç arşın eninde bir rıhtımcık, sonra yük arabaları, kira faytonları arasında ezilmeden nasıl gezdiklerine hayret edilecek karmakarışık bir halk, yani, bir Şark şehri…
Bizi karşılamaya gelmiş olan amcazadelerim Nigâr ile kardeşi Abdi, ben, hizmetçim Reftar, dördümüz rıhtımdan yürüdük; dar bir sokağa çıkmıştık. Meğer burası Galata imiş… İstanbul’un en işlek ticaret yeri burası mı idi?
İşte İstanbul’un her hâline, her şeyine karşı bu aynı yıkıcı tesiri duydum; yani her şeyde hayal kıran bir biçimsizlik, bir küçüklük var. Muntazam, parlak, geniş bir yer göreceğim diye beklerken boğucu, sönük, miskin bir şey karşısında bulunmak hüsranı, harap etti beni.
Doğrusu Galata ne ise Beyoğlu, Boğaziçi, hele İstanbul ondan başka bir şey değil… Mesela Beyoğlu, iki tarafa uzayan dar, pis sokaklarla yapılmış tek bir caddeden ibaret ki en geniş yeri on beş metreden fazla değil. Hele o Boğaziçi… Yalı çöküntüleriyle gözü tırmalayan baştan başa harabe… Rumeli sahilinde yeni birkaç binaya mukabil Anadolu sahili harap köyleriyle asırlık uykusunda ezilmiş gibi hareketsiz, hayatsız. Hatta o kadar müşkülpesent görünen amca beyin oturduğu bir köy, bu İstinye… Dört beş yalıdan başka oturulacak bir evi yok. Bütün balıkçı kulübeleri ve baştan başa harabeler…
İşte senelerden beri çekip büyüleyen İstanbul’un dış manzarası… İçine yani hayatına gelince böyle bir şehrin hayatından benim emellerimi, hayallerimin saltanat ve ihtişamını eklemek ne çocukluk! Hakikat şu ki hayatı da kendi gibi uygunsuz ve zarafetsiz, harap, mahmur ve hareketsiz… İstanbul, işte bir aydır içinde yaşıyorum. Her sınıf halkıyla temastayım, her yerini gezdim, gördüm, tetkik ettim; müşkülpesent davranmadım, merak ile aradım, sordum ve kararımı verdim: İstanbul, hayatı ve yaşayış tarzı ile büyük bir milletin payitahtı olacak bir şehir olmaktan o kadar uzak, o kadar, o kadar ki…
Bizim gibi ilk gençliklerinden itibaren ruhlarının bütün galeyan ve iştiyakıyla meftun oldukları güzellik ve zarafet hislerini edebiyatın hayat veren ziyalarıyla beslemiş ve tezyin etmiş yükseklerde uçan mevcutlar, hele benim ol-duğumgibi, senelerce mahrum ve uzak olduğu için geniş hayali ile süslediği bir şeye kavuşunca orası Paris gibi bir güzellik ve zarafet merkezi bile olsa, az çok inkisarıma uğrayacağı muhakkaktır; fakat bu İstanbul ve bahusus İstanbul’un bu hayatı… Aman Yarabbi… İnsanlıktan çıkmış bir behimiyet hayatından farkı yok, hem hiç, hiç…
Şehrin nasılsa tabiat tarafından nail olduğu az çok ziynete bedel hayatında halkının istidatsızlığından hiçbir alımlı renk mevcut değil. Bu halkın eline düştüğü asırlardan beri daha az zengin köşelerin başka milletlerin elinden aldığı güzellikten mahrum kalmış olan bu bedbaht şehirde benim hayalimin ziynetlerine muvafık bir hayat nasıl mevcut olabilir?
İşte bir aydır bu halkın içinde, bu şehrin her tarafını gezmek şartıyla söylüyorum: İstanbul’da hayat yok… Diyebilirim ki oradaki halk yaşamıyor; gaflet ve meskenet içinde uyuşmuş yalnız ot gibi bitiyor… İşin gülünç ciheti eğer İstanbul halkı hayattan ve eğlenceden mahrum olduğunu bilse, şikâyet etse insan tahammül eder; hâlbuki orada herkeste yaşıyoruz ve eğleniyoruz fikri mevcut ki beni ağlatacak kadar güldüren de budur!
İşte mesela amcamın karısı Hediye Hanım’ın “İstanbul’un en kibar, en zarif seyir yeri” olmak üzere tarif ettiği Göksu! Dün burasını da görmek saadetiyle haz duydum! Boğazın en kibar halkına gezme yeri olan, İstanbul’un en şık sandalları, en mutantan kayıklarıyla ziyaret edilen bu bilhassa murdar, yıkılmak üzere, zarafetsiz köprüleriyle dere, iki tarafını işgal eden bostanlar, mısır tarlalarıyla kokuşuk, durgun, sulu, tabii güzelliklerden pek az nasip almış bir yerden başka bir şey değil… Boğazın bu en kibar halkı, eğer burasını tabii güzelliklerine meftun oldukları için ziyaret ediyorlarsa onlara acırım.
Geçen yaz, İzmir’de Femina Sineması’nda Avrupa’nın zevk âlemine dair gördüğüm filmler beni nasıl mahzuz etmişti! O iki sahili temiz rıhtımlarla kaplı derede, o zarif sade hayatlarıyla bir İngiliz yarışı görmüştüm ki bundan taşan neşe ile insan nasıl meftun oluyordu. Hâlbuki bu murdar, kokuşuk Göksu Deresi’ndeki hayattan mahzuz olmak, bu eğlenceden bir zevk duyabilmek için bir ruhun ne kadar adi, ne kadar güzellik ve şiirden nasipsiz olması lazım gelir!
Rast gelen kayıkların, sandalların hepsi, kıyafetsiz, zevk ve rikkatten mahrum olduklarına insanın emin olduğu erkeklerle, kadınlarla dolu… Nadiren, pek nadiren zarif bir sandalda zarif bir iki çift… Fakat yine mesela bunlar da mutlaka bugün pek güzel eğlendiklerini sanacak kadar zevk ve izandan mahrum şeyler… İki taraf çayırlarda o mahut dere renk renk çuval yeldirmelerle karıncalanan bir sürü kadın, çoluk çocuk! Ah o erkeklerin o kadınlara attıkları baygın nazarlar ve o kadınların o beylere karşı aldıkları tavır, naz ve cilve… İnsanın naz ve cilveden, sevişmeden hatta insanlıktan iğreneceği geliyor.
İzmirli bir arkadaşım, kendisine bu hâlleri tasvir ederek yazdığım bir mektubuma verdiği cevapta, “O beğenmediğin yerlerde birçok mesut olan eksik değildir; hatta kim bilir sen bile… Bana o kadar zemmettiğin hâlde şu esnada