Akrabalarımızdan birinin evinde güya bizi tesadüf ettirdiler. Konuştuk. Birbirimizi beğendik. Bu zayıf, açık sarı saçlı, saz benizli, sinemalarda aşkla elem rollerine çıkan aktrislere benzer narin bir kızdı. Canlanmış, insan şekline girmiş bir şiirdi. Uzatmayayım… Nişanlandık. Nikâhlandık. Düğün oldu. Karımı gelin gibi halamın yanına almıştık. Bir ay kadar asayiş yolunda gitti. Karım yemeklere iniyor, odasında oturuyor, bir de sokağa gezmeye çıkıyordu. İkinci ayın başında halam: ‘Bu gelin değil, Allah’ın cezası…’ diye söylenmeye başladı. Bir akşam geldim. Karım karşıma geçti. Çatık kaşla sordu:
‘Sen beni hizmetçi kız diye mi aldın?’
Tabii: ‘Hayır.’ dedim.
‘Öyleyse niye aldın?’ diye tekrar sordu.
‘Zevce diye…’
‘Bu hâlde ben bu evde durmam.’
‘Niçin?’ diye aptallaştım.
‘Bana halan iş gördürmek istiyor.’ dedi. ‘Ben hiçbir iş yapamam. Yapmadım. Hem de yapmayacağım. Yarın buradan çıkartır yahut beni bırakırsın. Ben annemin evine gideceğim.’
Ellerini tuttum, biraz sabretmesini, öfkesi geçeceğini söyledim. Nerede?
‘Nafile, nafile… Vallahi durmam!’ diye boyuna yemin ediyordu.
Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk. Bir ev tutmak nedir? Bilmezsiniz belki… Ben o vakit öğrendim. Daha kapıyı açmadan üç yüz lira bitti. Bir aşçı, iki hizmetçi tuttuk. Fakat hatırlayınız ki maaşım on lira… Odun, kömür, gaz, erzak, yağ falan parası yirmi lirayı geçiyordu. Altı lira da evin kirası… Etti yirmi altı… Karım da on lira tuvaleti için istiyordu. Etti otuz altı… Hâlbuki maaşım on lira… Evi sattım. Elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti. Bu para ile bir buçuk sene yaşadık. Ama ben istikbali düşünerek üzülüyor, zayıflıyor, perişan oluyordum. Bir gün kendimi muayene ettirdim. Doktor:
‘Dikkat ediniz, verem başlıyor.’ dedi. Ne yapacağımı şaşırdım. Hâlim, karımın umurunda değildi. Müteharriki bizzat bir tuvalet makinesi gibi temizleniyor, pudralanıyor, boyanıyor, giyiniyor, geziyor, tozuyor, geliyor, yemeğini yiyor, yatağına yatıyor, rahat rahat uyuyordu! Eve pislikten girilmiyordu. Aşçı ile hizmetçinin elinde kalmıştık. Karım hatta mutfağın nerede olduğunu bilmiyordu. Hazır param bittikçe ben de yürek üzüntüsünden zayıflıyordum. Korktum. O vakit tartılmadım. İhtimal yirmi okkaya kadar inmişimdir! Yaz gelince fena hâlde hastalandım. Yatağa düştüm. Doktorlar ümitlerini keser gibi oldular. Mutlaka tebdilhavaya gitmemi söylediler. Yürüyemiyordum. Dizlerim tutmuyordu. Nihayet kumpanyadan üç ay izin aldım. Kalan paramla Almanya’da oturan bir arkadaşımın yanına gittim… Meşrutiyet’ten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul’dan ayrılmış, Almanya’da ev bark düzerek bir daha dönmemişti. Siz deminden beni tanıyınca nasıl şaşırmışsanız ben de onu görünce tıpkı sizin gibi şaşırmıştım. Enine boyuna belki birer metre büyümüş, genişlemişti.
‘Aman, nedir bu hâl, sana ne olmuş?’ diye ağzım açık kalınca:
‘Şaşma yavrum, burası Almanya’dır.’ dedi. ‘Burada yaşamak sanatı bilinir. Sen de biraz kal. Görürsün.’
Hakikaten bir hafta geçmeden gördüm. Öğrendim. Arkadaşım:
‘Boşuna masrafa lüzum yok. Bizim evde yatarsın. Fazla bir odamız var. Kiracı bulamadık. Senden yirmi mark alırım. Orada yatarsın. Yemek için de her gün birer mark eder. Yalnız, yalnız masraf parası… Pişirmek parası almayız. Ayda elli mark. Burada yer, burada içer, dışarıda on para harcamazsın. Çamaşırlarını biz bedava yıkarız. Yalnız bira masrafı ayrı…’
‘Ben bira içmem.’ diyecek oldum.
‘Öyle şey olmaz, cahilliği bırak.’ diye güldü. ‘Birasız burada yaşanmaz. Bira içmezsen iştahın açılmaz. Çok yiyemezsin. Yine sıska kalırsın.’
Arkadaşımın evine misafir oldum. Bira içmeye, yemeye, çok yemeye, bir fil kadar yemeye başladım. Midem bozulmuyor, pek güzel hazmediyordum. Üç ay içinde tanınmayacak bir hâle geldim. En ziyade şaştığım şey bu kadar az para ile bu kadar çok şey yiyebilmemizdi. Arkadaşımın fabrikadaki gündeliği bir bir üstüne ayda sekiz lirayı geçmiyordu. Bu sekiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar, hem yiyorlar, içiyorlar, hem, evet hem de para biriktiriyorlardı. Yemek, çamaşır, dikiş dahil olmak üzere evin bütün işini arkadaşımın karısı yapıyor, yine her akşam gezmeye çıkıyor, pazar günleri bizimle beraber uzun gezintilere gelebiliyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Ben çok çalıştığını, yorulup yorulmadığını sorduğum zaman güler:
‘Ben, sevgili İmparatoriçemiz kadar çalışıyorum. Niçin yorulayım?’ derdi. Sonra hemen sevgili İmparatoriçelerinin hayatını, hiç hizmetçi kullanmadığını, son derece iktisada riayet ettiğini, hatta büyük çocuklarının esvapları eskiyince atmayıp bir yaş daha küçük çocuklarına giydirdiğini, yegâne kızını hep eski esvaplarını bozarak süslediğini, imparatorun iktisat faziletlerini, masraflı oluyor diye en lezzetli yemeği hatta bir defa bile yemekten vazgeçtiğini anlatmaya başlardı. Bu iri, bu canlı, bu güzel, bu kuvvetli kadının beyaz temiz dişlerini göstererek, gülerek söylediği bütün bu fazilet, bu iktisat menkıbelerini dinlerken gayriihtiyari İstanbul’u, kendi hayatımızı, zayıf karımın müsrüflüklerini, beşer liraya ancak ikişer defa giyilen bluzları, beşer mecidiyelik ipekli çorapları, her iki ayda bir Kalivrusiye yirmişer liraya yaptırdığı tayyörleri otuzar liralık el dantelalarını hatırladım. İstanbul’a dönmek saatleri yaklaştıkça içimde bir sıkıntı peyda oluyor, büyüyor, beni hasta ediyordu. Bu rahatı, bu saadeti, bu fazileti memleketimde mümkün değil bulamayacaktım. Istırabımı arkadaşıma açtım. Acıdı. Bana hak verdi. Fakat:
‘Bu rahat, bu saadet, bu fazilet Almanya’nın toprağında, taşında, coğrafyasında değil, Alman kadınındadır.’ dedi. ‘Almanya’nın saadetini, refahını, zenginliğini Alman kadını yapar. Sana bir Alman kızı bulalım. Onunla evlen. İstanbul’a dön. Tıpkı Almanya’daki intizam, Almanya’daki istirahat içinde yaşarsın.’
Bu, olabilir miydi? Evli olduğumu söyledim. Karımı boşarsam birkaç yüz lira nikâh verecek param olmadığını anlattım. Arkadaşım:
‘Hiç korkma.’ dedi. ‘Alman karısı seni on lira ile Türkiye gibi ucuz bir yerde yüz liralık refah içinde yaşatır. Bir senede hiç borcun kalmaz. Ölümden kurtulursun.’
Düşündüm, taşındım. Alman kadınını gördükten sonra benim müsrif, şık karım hayalime korkunç bir hasar kâbusu gibi geliyordu. İstanbul’a dönmek, borç içinde, rezalet içinde sürünerek aç, sefil ölmek… Yahut Alman kadını denilen bir mesudiyet makinesi alarak her şeyi silkip atmak… Rahat, müsterih, mesut yaşamak… Bu iki yoldan birisine mutlak gidecektim. Ölüme mi? Yaşamaya mı? Ölümü tercih edemiyordum. Gayriihtiyari İstanbul’daki zenginlerin, en çok maaş alan memurların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbali kapkaraydı, İstanbul’daki evimden, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için… Kati bir ilaç, bir dermandı. Bir abıhayattı! Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karımı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir cihazı vardı. Nikâhlandık. Size yemin ederim ki, resmî evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi İstanbul