Vakıa bir zamanlar, beşeriyetçiler bu teşrihi enmüzeçlerle içtimai hasletler arasında bir münasebet bulunduğunu iddia ederlerdi. Fakat birçok ilmî tenkitlerle ve bilhassa bizzat beşeriyetçiler arasında en yüksek mevkide bulunan “Manouvrier” ismindeki âlimin, teşrihi vasıfların içtimai seciyeler üzerinde hiçbir tesiri olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamiyle çürüttü. Irkın, bu suretle, içtimai hasletlerle hiçbir münasebeti kalmayınca, içtimai seciyelerin mecmuu olan milletle de hiçbir münasebeti kalmaması lazım gelir. O hâlde milleti başka bir sahada aramak iktiza eder.
2. Kavmî Türkçüler de milleti “kavim” zümresiyle karıştırırlar.
Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir.
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki cemiyetler kablettarih zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildiler. Muharebelerde esir alma, kız kaçırma, mücrimlerin kendi cemiyetinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, izdivaçlar, muhaceretler, temsil ve temessül gibi hadiseler daima milletleri karıştırmıştı. Fransız âlimlerinden “Camille Julian” ile “Meillet” en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia etmektedirler. Kablettarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihî devirlerdeki kavmî hercümerçlerden sonra, artık saf bir kavmiyet aramak ayıp olmaz mı? Bundan başka, sosyoloji ilmine göre fertler dünyaya gelirken “laiçtimai” olarak gelirler. Yani içtimai vicdanlardan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela lisani, dinî, ahlaki, bedii, siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye tarikiyle cemiyetten alırlar. Demek ki içtimai hasletler uzvi verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiyle intikal eder. O hâlde, kavmiyetin millî seciye nokta-i nazarından hiçbir rolü yok demektir.
Kavmî safvet, hiçbir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkûresini takip ederlerdi. Bunun sebebi dinî idi. Çünkü o cemiyetlerde, mabut, cemiyetin ilk ceddinden ibaretti. Bu mabut, yalnız kendi zürriyetinden bulunanlara mabutluk etmek isterdi. Yabancıların kendi mabedine girmesini, kendine yapılacak ibadetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmezdi. Buna binaen, cemiyetin içine muhtelif “tebenni” yollarıyla girmiş birçok fert bulunmakla beraber bütün cemiyet, yalnız mabudun zürriyetlerinden mürekkep itibar olunurdu. Eski Yunan medinelerinde, kablelislam Araplarda, eski Türklerde, hülasa henüz il devrinde bulunan bütün cemiyetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.
Şurası da var ki; içtimai tekâmülün o merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini takip etmek normal bir hareket olduğu hâlde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nispetle marazidir. Çünkü o merhalede bulunan cemiyetlerde, içtimai tesanüt yalnız dindaşlık rabıtasından ibaretti. Dindaşlık kandaşlığa istinat edince, tabiidir ki içtimai tesanütün istinatgâhı da kandaşlık olur.
Bugünkü içtimai merhalemizde ise içtimai tesanüt, harstaki iştirake istinat ediyor. Harsın intikal vasıtası terbiye olduğu için, kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.
3. Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan ahalilerin mecmuu demektir. Mesela, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Hâlbuki İran’da Farisi, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında ise, Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif cemiyetlerin lisanları ve harsları birbirinden ayrı olduğu için, heyet-i mecmualarına “millet” adını vermek doğru değildir.
Bazen bir ülkede müteaddit milletler olduğu gibi, bazen de bir millet müteaddit ülkelere dağılmış bulunur. Mesela, Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harezm Ülkesi”nde tesadüf ederiz.
Bu zümrelerin lisanları ve harsları müşterek olduğu hâlde, bunları ayrı milletler telakki etmek doğru olabilir mi?
4. Osmanlıcılara nazaran, millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan bütün tebaaya şamildir. Hâlbuki bir imparatorluğun bütün tebaasını bir tek millet telakki etmek büyük bir hatadan ibaretti. Çünkü bu halitanın içinde müstakil harslara malik müteaddit milletler vardı.
5. İslam ittihatçılarına göre, millet bütün Müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların mecmuuna “ümmet” adı verilir. O hâlde Müslümanların mecmuu da ümmettir. Yalnız, lisanda ve harsta müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.
6. Fertçilere göre, millet, bir adamın kendisini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Filhakika, bir fert, kendisini zahiren şu yahut bu cemiyete nispet etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni ruhiyatçılara göre, hissî hayatımız asıldır, fikrî hayatımız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh, ruhumuzun normal bir hâlde bulunabilmesi için, fikirlerimizin hislerimize tamamiyle uygun olması lazımdır. Fikirleri hislerine tevafuk ve istinat etmeyen bir adam ruhen hastadır. Böyle bir adam hayatta mesut olamaz. Mesela hissen dindar olan bir genç kendisini fikren dinsiz telakki ederse, ruhu bir muvazeneye malik olabilir mi? Şüphesiz, hayır! Bunun gibi, her fert hisleri vasıtasıyla muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vasıtasıyla almış, tamamiyle ona benzemiştir. O hâlde bu fert, ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir cemiyetin içine girerse, daüssılaya uğrar, hastalanır, hissen müşterek bulunduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O hâlde, bir ferdin, istediği zaman milliyetini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü milliyet de harici bir şeniyettir. İnsan milliyetini, cehaletle tanıyamamışken, sonradan taharri ve tahkik vasıtasıyla keşfedebilir. Fakat bir fırkaya girer gibi sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez.
O hâlde millet nedir? Irki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi kuvvetlere tevafuk ve tahakküm edebilecek başka ne gibi bir rabıtamız var?
İçtimaiyat ilmi ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir. İnsan en samimi, en deruni duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz lisan ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dinî, ahlaki, bedii duygularımızı bu lisan vasıtasıyla alırız. Zaten ruhumuzun içtimai hisleri, bu dinî, ahlaki, bedii duygulardan ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetimiz içindeki fakrı ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, iştiyaklarımız, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aksisedasını ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir mâni vardır. Bu mâni, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz.
Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu, “dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca