Bununla beraber ben onun çok tuhaf görünen fikirlerini severim. Mücerret mefhumların haricî hakikat karşısında nasıl “hacer-i muallak” gibi sallandıklarını seyretmek pek hoşuma gider. Bugün de İngilizlerin “amal-i erbaa” bilmediklerini söylüyordu. Muharebeyi uzatan sebep hep yanlış bir hesaptı! Ara sıra itiraz eder gibi görünüyor, tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordu. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah, ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billur camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri tıpkı bir hayal gibi sakin duruyordu. Sonra keskin bir benzin kokusu… Arkamızdan bir ses geldi:
“Hasan Bey!”
İkimiz de aniden döndük.
!..
…
Otomobil durmuştu. Kesik bıyıklı esmer bir genç bize doğru gülerek koşuyordu. Ben kim olduğunu sormaya vakit bulamadım. Siyah paltosunun şıklığı, yakasındaki ağır “lutr”un parlaklığı, sanki beni manyetize etmişti. Geldi, Hasan’ın ellerinden tuttu. İki eliyle sarsarak sıktı.
“Nasılsın velinimetim!”
“Çok iyi…”
“Ne arıyorsun buralarda?”
“Biraz hava alıyoruz, işte…”
Ben şaşırmıştım. Birdenbire Logaritmacı’nın tüyleri dökülmüş kahverengi paltosuna bakarak bu gencin nasıl velinimeti olabileceğini düşündüm.
“Nasıl bir milyon yapabildin mi?”
“Yapamadım vallahi…”
“Ee, şimdi ne kadarlıksın?”
“Ehemmiyetsiz vallahi… Dört yüz bin liram var.”
Kulaklarıma inanamayacağım geldi. Hasan zaviyeleri görünen müstatil bir gülüşle çırpınıyordu. Soğukkanla, “Çalış, daha çalış!” dedi.
“Çalışacağım. Sen benim velinimetimsin. Sana ölünceye kadar minnettarım!..”
“Estağfurullah.”
“Vallahi her yerde, herkese söylüyorum. Sen bana akıl vermeseydin ben yine eskisi gibi sürünecektim.”
“Canım, senin talihin varmış! Ben sana para yerine nasihat verdim. Bir söz söyledim. Bir sözden ne çıkar?”
“Bir söz ama pir söz…”
…..
Hayretten aptallaştım. Dilim tutuldu. İleride duran otomobilin arka penceresinde bir kadın hayalinin kımıldadığını fark ediyor, şık gencin Logaritmacı’yla konuştuklarını dinliyordum. Kadın nişanlısıymış. Kimin nesi olduğunu söyledi. İstanbul’un en kibar, en eski, en yüksek ailesinin ismini işitiyordum. Otomobilini üç bin liraya almış… Susuyor, bakıyordum. Boyu uzundan biraz kısaydı. Yahut semizliğinden öyle görünüyordu. Gülerken azı dişlerinin platin kaplı olduğu gözüme çarptı. Esmer cildi çok rahat içinde yaşayan her mesut zengininki gibi taptazeydi. Parlaktı. İnce kaşlarının altında gülen gözlerinin içinde, vakıa büyük bir zekâ şulesi tutuşmuyordu. Fakat o kalın, o küt burun… Sahibinde tos vuracak bir koç azmi olduğunda şüphe bırakmıyordu. Hasan’la vedalaştı. Bana da başıyla bir selam verdi. Bekleyen otosuna hızla yürüdü. Arkasından bakıyorduk. Ben hâlâ kendimi toplayamıyor, bir şey soramıyordum. Oto büyük bir gürültü ile kaçtı.
“Bu kim?” dedim, “Sen bu dört yüz bin liralık adamın nasıl velinimeti oluyorsun?”
“Anlatayım…” diye güldü. Tenha şosede deminki gibi yine yavaş yavaş yürümeye başladık.
?..
“Riyaziyede olduğu gibi hayatta da bazı mütearifeler vardır. Doğruluklarına hiç şüphe yokken yine de kimse iltifat etmez. Mesela, ‘Herkes, kendi işini kendi kendine görürse kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz!’ ”
“Allah aşkına hikmeti bırak!” diye yalvardım, “Bu zengin kim? Onu anlat.”
“İşte onu söyleyeceğim.”
“Söyle bakalım.”
“Bu genç, benim Selanik’teyken uşağımdı!” dedi. Durdum. Bir adım geri attım.
“Uşağın mıydı?” diye haykırdım. Logaritmacı her vakitki soğukkanlılığıyla, elleri arkasında, yürüyerek cevap verdi:
“Evet, uşağımdı. Ben Balkan Harbi’nden sonra İzmir’e gitmiştim. Bir sene sonra İstanbul’a geldim. Bir gün Meserret Apartmanı’nın önünden geçiyordum. Bir de baktım bizim Ahmet… Öpmek için elime sarıldı, üstü başı dökülüyordu. Ne yaptığını sordum. ‘Hiç…’ dedi, ‘Boştayım.’ Sonra sıkılarak benden bir mecidiye istedi.
Tekrar niçin, ne sebeple para vereceğimi sordum. ‘Vallahi iki gündür açım, bari beş kuruş ver. Bugün karnımı doyurayım.’ dedi. O vakit düşündüm. Bu çocuk da birçok muhacir gibi serserileşmişti. İnceden inceye istintaka çektim. ‘İki gün evvel karnını doyuracak paran var mıydı?’ diye sordum. ‘Evet.’ dedi. Üç gün evvelinden, bir gün sonra aç kalacağını niçin düşünmediğini sordum. Cevap vermedi. Yere baktı. O vakit ona Koton’u hatırlattım.”
“Koton ne?” diye sordum.
“Koton, benim Selanik’teki küçük köpeğimin adı… Bu köpekte en bariz, en kuvvetli seciye ‘istikbal endişesi’ idi. Kendine verilen kemiklerin beşte birini bile yemez, gider, bahçenin tarhlarına gömer, saklardı. Evet, en bol, en neşeli zamanda bile ‘yarın’ kendisine bir şey veremeyeceğimiz ihtimalini aklından çıkarmaz, hep ‘yarın’ı düşünürdü. Kemikleri saklamak için çiçekleri, tarhları bozuyordu. Çok dövdük, azarladık. Bir türlü bu endişesinden vazgeçiremedik. Ahmet’e: ‘Senin Koton kadar hissin yok muydu?’ dedim. Utandı, başını daha beter eğdi, önüne baktı. Cebimden bir kart çıkardım. Eyüp’te bir ip fabrikasının müdürü sınıf arkadaşımdı. Ona bir tavsiye yazdım. ‘Al bunu götür. Çalış, para kazan, ye… Kimseden para isteme!’ dedim. Teşekkür etti. Ama yine yakamı bırakmadı. ‘Bana iki kuruş verin. Şimdi ekmek peynir alayım. Açlıktan ölüyorum.’ dedi. Az kalsın daha verecektim. Elimi cebime götürdüm. Birdenbire bu lüzumsuz merhametle kuvvetli bir gencin azmini kıracağımı düşündüm. Evet, sırf merhametle yapılmış bir muavenet halis bir cinayetten başka bir şey değildir. Kime acıyıp ‘bir sayin mukabili olmayarak’ muavenet edersek onun azmini, iradesini dumura uğratıyoruz demektir. Elimi hızla cebimden çektim. ‘Şuradan sap, soluna gelen ilk sokağa gir. Biraz yürü. Orada Kosova Oteli vardır. Sahibi ahbabımdır. Benden selam söyle, de ki: Ben şimdi bütün oteli süpürmeye, yıkamaya hazırım. Bütün abdesthaneleri temizleyeyim, bana beş kuruş ver. O, bu pazarlığa razı olur. Razı olmazsa ben Valide Kıraathanesi’ndeyim. Gel. Beni gör. Sana bugün ekmek parasını getirecek başka bir iş bulurum.’ dedim. Reddedemedi. Açlığı yüzünden belliydi. Gözlerinin altı simsiyahtı. Dudakları bembeyazdı. Baygın baygın bakıyordu.