“Hadi, hadi yoluna git! Aferin, aferin sana. Buralarda oyalanma. Misafir, davet edildiğinde değerlidir… Hadi git, git babacığım.”
Bu sözlerden sonra gerçekten de gitmekten başka yapacak bir şeyim kalmadığını hissediyordum. Ancak bu kaba yaşlı kadını birazcık olsun yumuşatabilmek için birden aklıma son silahımı kullanmak geldi. Cebimden gıcır gıcır bir çeyreklik çıkarıp Manuyliha’ya uzattım. Yanılmadım da hani. Çünkü yaşlı kadın parayı görür görmez canlandı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Düğüm düğüm olmuş titrek parmaklı, kambur elini parayı almak için uzattı.
“Hayıır, hayıır. Öyle kolay değil Manuyliha anneciğim! Öylesine vermem sana.” dedim parayı saklayıp kızdırarak. “Hadi bir falıma bak bakayım!”
Cadının kırışık kahverengi suratı buruşuvermişti. Sanırım falıma bakıp bakmama konusunda biraz kararsız kalmıştı. Gözlerini de parayı sakladığım yumruğumdan alamıyordu. Ancak para hırsı galip geldi.
“Hadi, gel gel. Öyleyse gel şuraya.” dedi mırıldanarak oturduğu yerden zar zor kalkıp. “Aslında artık kimseye fal açmıyorum canım benim. Unutmuşum fal açmayı çoktandır… Yaşlandım, yaşlandım. Gözler görmüyor ki… Ancak senin hatırını kırmak olmaz.”
Duvarlara tutuna tutuna, kamburlaşmış bedenini her adımda titrete titrete masaya yaklaştı. Zamana yenik düşerek, sararıp şişmiş olan kâğıt destesini çıkardı. Kâğıt destesini karıştırdıktan sonra önüme doğru açtı.
“Çek şuradan bir kart sol elinle. Çek bakayım… Tüm samimiyetinle çek.”
Yaşlı kadın, parmaklarını tükürükledikten sonra alacağı paranın karşılığını vermek için çabalamaya başladı. Sanki keçeleşmiş hamurdan yapılmış gibi olan kâğıtlar, masaya öyle bir sesle düşüyordu ki sekiz köşeli yıldız şeklini alıyordu. Son kâğıt ters bir şekilde düşüp, papazın üzerini kapatınca Manuyliha elini uzatıp:
“Parayı görelim, beyim… Mutluluklar senin olacak, zenginlik seni bulacak…” dedi şakırdayarak tipik dilenci Çingene sesi tonuyla.
Hazırlamış olduğum parayı uzattım kendisine. Yaşlı kadın, maymun hızıyla kavradığı parayı ağzının içine alarak yanaklarının arasında kaybetti.
“Uzun bir yolculuktan sonra kısmetin açılacak.” diye başladı konuşmaya bilindik tekerlemeyle. “Kare kızı, resmî bir kurumda önemli bir görüşme yapacaksın demektir. Sinek papazı, yakında beklenmedik bir haber alacağına işarettir. Başın biraz ağrıyacak ancak sonunda yine yüklü miktarda para geçecek eline. Büyük bir arkadaş grubuna katılacak, sarhoş bir hayat yaşayacaksın… Bu sarhoşluk berduşluk derecesinde olmasa da hatırı sarılır derecede içki müptelası olacaksın. Çok uzun bir ömür süreceksin, eğer altmış yaşına geldiğinde ölümle karşılaşmazsan tabii…”
Yaşlı kadın birden duraksadı. Kafasını kaldırıp sanki bir şey dinliyormuş gibi kulak kabartmaya başladı. Kendisiyle birlikte ben de kulak kesildim. Bir kadın sesi; tiz, güçlü ve enerjik bir şekilde şarkı söyleyen bir kadın sesi yaklaşıyordu ahşap eve:
Bir açıyor, çiçek bir açmıyor
Eğiliyor, ahududu dalı eğiliyor
Ne gerçek ne rüya bu
Eğiliyor, başım eğiliyor.
“Tamam, yeter bu kadar. Git hadi git artık.” Endişeli bir şekilde koşuşturmaya başladı yaşlı kadın, eliyle itip uzaklaştırarak beni masadan. “Fazla oyalandın bu yabancı evde. Git hadi yoluna…”
Yaşlı kadın paltomun kolundan tutup beni ahşap evin kapısına kadar götürüyordu sürüklercesine. Yüzünü vahşi bir endişe kaplamıştı.
Şarkı söylemekte olan o ses, birden ahşap evin dibindeymişçesine gelmeye başladı. Kapının demir mandalı gürültülü bir şekilde çatırdadı. Birden ardına kadar açılan kapıdan giren ışıkta, etrafına gülücükler dağıtan babayiğit bir kız görünmeye başladı. İçinden kırmızı boyunlu ve pırıl pırıl parlayan gözleri olan, küçücük üç başın uzandığı çizgili önlüğünü iki eliyle sıkı bir şekilde tutuyordu.
“Baksana büyükanneciğim. Gene takıldılar peşime şu ispinoz kuşları.” diye haykırdı gülerek yüksek sesle. “Ne kadar da komikler… Karınları da aç hani. Aksilik, yanımda onlara verecek ekmek de yoktu.”
Ancak bu genç kız beni görür görmez sustu ve yanakları al al oldu. Yağlı kara kaşları mutsuz bir şekilde hareket etmeye başladı. Gözleri ise soru soran ifadelerle yaşlı kadına yöneldi.
“Geçerken uğramış şu bey… Yolu bulmaya çalışıyormuş.” diye açıklık getirdi yaşlı kadın duruma. “Hadi, babacığım hadi.” dedi kararsız bir şekilde, dönerek bana doğru. “Biraz daha beklersen akşama kalıp üşürsün yoksa. Suyunu içtin, laklak yaptın, artık haddini de bilmelisin. Sana yârenlik yapacak değiliz…”
“Bir dakika güzelim.” dedim genç kıza. “Gösteriver bana İrinov yolunu lütfen. Yoksa yüzlerce yıl harcasam da sizin bu bataklığınızdan çıkamayacağım bir türlü.”
Yalvarırcasına söylediğim bu sözler, genç kızı etkileyerek yumuşatmış olacak ki ispinoz kuşlarını ocağın üzerine, sığırcık kuşlarının yanına dikkatlice yerleştirdikten sonra çıkarmış olduğu abasını tezgâhın yanına bırakıp sessizce çıktı ahşap evden.
Ben de peşine takıldım.
“Bu kuşların hepsi de evcil mi?” diye sordum genç kıza arkasından yakalamaya çalışırken.
“Evcil, evcil.” diye kesik kesik cevap verdi yüzüme dahi bakmadan. “İşte, bakın.” dedi çitin yanına gelince durarak. “İşte orada, çamların arasında gözüken yolu görüyor musunuz? Görüyor musunuz?”
“Görüyorum, görüyorum…”
“İşte bu yoldan dosdoğru gidin. Meşe kütüğüne kadar devam edin. Oraya gelince sola dönün. Sonra orman boyunca dümdüz gitmeye devam edin. İrinov yolu karşınıza çıkacaktır.”
Genç kız bana yolu göstererek, tarif etmek için kolunu uzattığında gayriihtiyari olarak kendisine bakıp durmuştum. Alın kısımlarının üst tarafından, çenelerinin alt kısımlarına kadar olan kısımları çirkin bir eşarpla kapatan ve hepsinin yüzünde de aynı korkunç ifade olan yerli kızlara hiç mi hiç benzemiyordu. Henüz tanışamadığım bu genç kız; yirmi yirmi beş yaşlarında, uzun, esmer güzeli bir kızdı. Zayıf ve düzgün bir fiziğe sahipti. Geniş beyaz gömlek, rahat ve güzel bir şekilde sarmıştı genç ve diri göğsünü. Yüzünde doğal bir güzellik vardı. Kendisini bir defa gören, bir daha unutamazdı. Ancak ona hemencecik alışmak da kolay değildi. Onu tasvir etmek bile zordu. Her şeyin sırrı ise gözlere kurnazlık, saflık ve baskın karakter veren ve üst kısmında ortasından ikiye kırılmış olan kaşların bulunduğu çakmak çakmak parlayan şu kocaman kara gözlerde, koyu pembe ciltli dudakların bilerek eğilmiş olan kıvrımlarında saklıydı. Dudaklarının alt kısmı biraz daha dolgun ve dışa doğru çıkıktı. Bu da kendisine kararlı ve kaprisli bir görünüm veriyordu.
“Bu ıssız yerde tek başınıza yaşamaktan korkmuyor musunuz, acaba?” diye sordum, çite yaklaşınca.
Genç kız aldırış etmeden salladı omuzlarını.
“Neden korkacakmışız? Kurtlar buralara kadar gelemez.”
“Sadece