“Burada kalın, Pavel İvanoviç! Hava nasıl da kapandı baksanıza.” dedi Manilov.
“Küçük bulutlar var sadece.” diye cevapladı Çiçikov.
“Sobakeviç’e giden yolu biliyor musunuz?”
“Bunu size sormak istemiştim.”
“İzin verin arabacınıza tarif edeyim.” Bu sırada Manilov arabacıya gayet nazik bir şekilde yolu tarif etti, hatta bir kere “siz” diye bile hitap etti.
Arabacı iki dönemeci geçip üçüncüden dönmeleri gerektiğini duyunca:
“Buyurun yola koyulalım efendim.” dedi ve Çiçikov da parmak ucunda yükselen ev sahiplerinin mendil sallamaları ve veda edişleri eşliğinde oradan ayrıldı.
Manilov uzaklaşan arabayı bakışlarıyla takip ederek uzun bir süre giriş kapısının önünde durdu ve araba artık gözden kaybolmaya başladığında o hâlâ ayakta dikiliyor, piposunu tüttürüyordu. Nihayet içeri girdi, sandalyeye oturdu, misafirini az da olsa mutlu edebildiği için sevinç duyarak düşüncelere daldı. Sonra düşünceleri belli belirsiz başka konulara kaydı. Dostluğun insana verdiği mutluluğu, arkadaşıyla herhangi bir nehrin kıyısında yaşasaydı ne güzel olacağını düşünüyordu. Sonra bu nehrin üzerine bir köprü; üstünde bütün Moskova’yı görebileceğin, tepe köşkü kadar yüksek, akşamları açık havada çay içip hoş konulardan sohbet edebileceğin devasa bir ev inşa edeceklerdi. Sonra Çiçikov ile birlikte güzel kupa arabaları içinde, hoşça karşılandıkları bir cemiyete gireceklerdi ve sözde onların dostluklarını öğrenen çar, onlara generallik verecekti. Manilov en sonunda kendisinin bile ne düşündüğünü bilemez hâle gelmişti. Çiçikov’un tuhaf ricası, birdenbire onun bütün hayallerini kesip attı. Onun ricası bir türlü aklına oturmamıştı. Kafasında evirdi çevirdi ama yine de bir açıklama bulamadı ve akşam yemeğine kadar orada, öylece oturup piposunu tüttürdü.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Çiçikov, oldukça memnun bir şekilde, uzun süredir ana yolda giden arabasında oturuyordu. Çiçikov’un merakının ve yöneliminin nelerden oluştuğu bir önceki bölümde oldukça açıktı, bu nedenle bütün bedeni ve ruhuyla düşüncelere dalıp gitmesinde şaşılacak bir şey yok. Aklındaki varsayımlar, tahminler ve düşüncelerin çok hoş oldukları yüzünden belli oluyordu zira ikide bir memnun bir gülümseyişin izleri beliriyordu. Bu düşüncelerle meşgulken arabacısının, Manilov’un çalışanlarının karşılamasından ne kadar memnun olduğuna hiç mi hiç dikkat etmemişti. Arabacı da sağ tarafa koşulmuş, semirmiş ata oldukça önemli uyarılarda bulunuyordu. Bu semirmiş at, kurnaz mı kurnazdı. Yalnızca arabayı çekiyormuş gibi yapıyor; doru bir atla jüri üyesinden alındığı için adını Üye koydukları İzabel ve dondaki12 diğer at ise arabayı çekmek için bütün güçlerini sarf ediyorlardı. Bizim semirmiş atın, bundan ne kadar zevk aldığı da gözlerinden belli oluyordu. Selifan, kamçısını kaldırıp tembel atın üzerinde şaklatarak: “Sen kurnazlık etmeye devam et! Ben senden daha da kurnazım!” dedi. “İşini de nasıl iyi bilirsin sen, pantolonlu Alman seni!13 Doru olan nasıl da uysal, görevini nasıl da eksiksiz yapıyor. Ona memnuniyetle fazladan bir ölçek yemek vereceğim çünkü çok uysal bir at. Üye de öyle… Ne o? Ne diye öyle sallıyorsun kulaklarını? Konuştuğumda beni dinle aptal hayvan! Sana kötü şeyler öğretecek değilim ya cahil! Şu sürünüşe bak hele!” dedi. Bu sırada “Ah barbar, ah! Lanet Bonapart seni!” diyerek bir kez daha şaklattı kırbacını. Daha sonra hepsine “Haydi bakalım, koçlarım benim!” diye bağırdı ve cezalandırmak için değil de onlardan memnun olduğunu göstermek için üçünü de kırbaçladı. Onları hoşnut ettikten sonra bir kez daha semirmiş ata döndü: “Yaptıklarını gizlediğini sanıyorsun herhâlde? Hayır, sana saygı gösterilsin istiyorsan doğru düzgün davran. Bak, yanlarına gittiğimiz toprak beyinin adamları nasıl da iyilerdi. İyi insanlarla memnuniyetle konuşurum. İyi insanlar her zaman dostum, ahbabım gibidir. Eğer iyi bir insansa onunla memnuniyetle çay da içerim yemek de yerim. İyi insana herkes saygı duyar. Bak, bizim beyimize nasıl da saygı duyuyorlar çünkü devlette görev almış, müsteşar olmuş…”
Böyle konuşmaya devam eden Selifan en sonunda soyut kavramlara dalıp gitmişti. Eğer Çiçikov, onun konuşmalarına kulak kabartsaydı kendisiyle ilgili birçok ayrıntıyı öğrenebilirdi ama onun aklı kendi konularıyla meşguldü. Çok güçlü bir gök gürültüsü onu kendine getirip etrafına bakınmak zorunda bıraktı. Bütün gökyüzünü yağmur bulutları kaplamıştı, tozlu posta yoluna yağmur damlaları saçılmaya başlamıştı. Ardından bu sefer çok daha şiddetli ve yakından bir gök gürültüsü duyuldu; bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur önce yan taraftan, ardından bir sağdan bir soldan, sonra da yönünü değiştirip yukarıdan yağmaya başlamış; arabanın üzerinde trampet çalıyordu.
Artık Çiçikov’un yüzüne yağmur damlaları geliyordu. Bu yüzden yol manzarasını izlediği iki küçük yuvarlak pencerenin deriden yapılma perdelerini kapatmak ve Selifan’a daha hızlı gitmesini söylemek zorunda kalmıştı. Konuşması tam ortadan kesilen Selifan da acele etmesi gerektiğini anlamış; oturduğu yerin altından gri çuhadan, süprüntü bir kumaş çıkarıp beceriksizce üstüne örtmüş, elindeki dizginleri sıkmış ve verdiği öğütlerle tatlı bir şekilde gevşeyen atlarına bağırmıştı. Ama Selifan, iki mi yoksa üç mü dönemeç geçtiklerini hatırlamıyordu. Yolları kafasında canlandırıp hatırlayınca çok fazla dönemeci geride bıraktığını anladı. Rus insanı, belirleyici anlarda ne yapması gerektiğini uzunca ölçüp biçmeden bulduğu için ilk kavşaktan sağa dönerken: “Haydi bakalım saygıdeğer dostlar!” diye bağırdı ve döndüğü yolun nereye gideceğini düşünmeden atları dörtnala sürdü. Ne var ki yağmur çabuk dineceğe benzemiyordu. Yolu kaplayan toz, hızlıca çamura dönüştü; atlar her geçen dakika arabayı daha da zor çekiyordu. Sobakeviç’in köyünü uzun bir süre görmediği için Çiçikov, endişelenmeye başlamıştı. Hesaplamasına göre şimdiye kadar çoktan köye varmış olmalıydı. Etrafına bakıyordu ancak hava zifirî karanlıktı. En sonunda başını arabanın arka kısmından uzatarak:
“Selifan!” diye seslendi.
“Buyurun efendim?” diye cevapladı Selifan.
“Bak bakalım, köy gözüküyor mu?”
“Hayır efendim, hiçbir yerde yok!”
Selifan bunu söyledikten sonra kırbacını sallayıp bir şarkı tutturdu ancak bu bir şarkıdan çok uzunca, sonu gelmek bilmeyen bir şeydi. İçinde yok yoktu: Rusya’nın her yerinde atları yönlendirip canlandıran bütün bağırışlar, dilinin ucuna ilk gelen her türlü sıfat… Bu sıfatlar öyle bir seviyeye ulaştı ki en sonunda onlara “sekreterler” demeye başladı.
Bu sırada Çiçikov arabanın her yerinin sallanıp onu sarstığını fark etti, bu yüzden yoldan çıkıp belki de tarlada gittiklerini düşündü. Selifan da aynı şeyi düşünmüş olacak ki ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
“Dolandırıcı adam! Hangi yoldan gidiyorsun sen?” dedi Çiçikov.
“Bu havada yapacak bir şeyim yok beyim! Bu karanlıkta kamçımı bile göremiyorum!” diye cevapladı Selifan. Bunu söyledikten sonra araba öyle bir yana yattı ki Çiçikov, iki eliyle tutunmak zorunda kaldı. Tam da o anda Selifan’ın sarhoş olduğunu anladı.
“Dikkat et! Dikkat et! Devireceksin!” diye bağırdı.
“Hayır efendim, devirir miyim ben hiç!” dedi Selifan. “Devirmenin iyi bir şey