Kararmış ahşaplı han, Çiçikov’u eski kilise şamdanlarına benzeyen tahta sütunların üzerindeki dar, misafirperver sundurmasının altına aldı. Han, biraz daha büyük boyutlu bir Rus kulübesi gibiydi. Pencerenin etrafında ve çatının altındaki yaş ağaçları oyarak yapılmış motifli kornişler, hanın kararmış duvarlarına bir canlılık katıyordu. Panjurların üstüne çiçekli testiler resmedilmişti.
Dar, ahşap merdivenle yukarı tırmanıp geniş antreye çıkınca gıcırdayarak açılan kapının önünde “Buradan buyurun!” diyen, alacalı basma entari giymiş, şişman bir kadınla karşılaştı. Yol kenarlarındaki ahşaptan yapılma küçük hanlarda karşılaşılan bütün eski ahbaplar buluşmuştu odanın içinde. Özellikle de buz kesmiş semaver; dış yüzü kazınmış pürüzsüz, çam ağacından yapılma duvarlar; köşede fincan ve çaydanlıkların konduğu üçgen dolap; ikonaların önünde mavi ve kırmızı kurdelelerle duvara asılmış yaldızlı, porselen yumurta kapları; kısa süre önce yavrulamış bir kedi; iki yerine dört göz, yüz yerineyse bir tür bazlama gibi bir şey gösteren ayna ve son olarak, ikonanın yanında kokulu ot ve koklamak isteyeni hapşırtmaktan başka bir işe yaramayan karanfil tutamı.
Çiçikov ayakta dikilen kadına:
“Körpe domuz var mı?” diye sordu.
“Var.”
“Yaban turplu ve smetanalı18 mı?”
“Evet, ikisi de var.”
“Getir bakalım!”
İhtiyar kadın bir yerleri kurcalamaya gitti, tabak ve kuru ağaç kabuğu gibi ayağa kalkacak kadar kolalanmış peçete getirdi; sonra sararmış kemik saplı, çakı gibi incecik bir bıçak, iki dişli bir çatal ve masada doğru düzgün durmayan bir tuzluk getirdi.
Kahramanımız her zaman olduğu gibi şimdi de yaşlı kadınla konuşmaya başladı ve hanı kendisi mi işletiyor ya da başka bir sahibi mi var, handan ne kadar kâr elde ediyor, oğulları onunla mı yaşıyor, büyük oğlu evli mi bekâr mı, karısı büyük bir çeyizle gelmiş mi ve kayınbabası bundan hoşnut mu, düğüne az sayıda hediye geldiği için kızgın mı gibi birçok soru sordu. Kısacası hiçbir şeyi atlamamıştı. Çevrede hangi toprak beylerinin olduğunu öğrenmek istediğini söylememize gerek yoktur herhâlde. Birçok toprak beyi olduğunu öğrendi: Blohin, Poçitayev, Mılnoy, Albay Çeprakov, Sobakeviç. “Ah! Sobakeviç’i tanıyor musun?” diye sordu. İhtiyar kadın, yalnız Sobakeviç’i değil Manilov’u da tanıyordu. Manilov’a, Sobakeviç’e göre daha nazik davranılırdı çünkü Manilov hana gelir gelmez kızarmış tavuk ve dana eti sipariş eder, kuzu eti varsa ondan da ister, hepsinin tadına bakardı. Sobakeviç ise tek bir şey sipariş eder, hepsini silip süpürür, hatta ek olarak hiçbir para vermeden yediği yemekten biraz daha vermelerini isterdi.
Bir yandan yutacak son bir lokma kalan körpe domuz etini yiyip bir yandan ihtiyar kadınla bu şekilde konuşurken yaklaşan arabanın teker seslerini duydu. Pencereden bakınca üç güzel atın çektiği, hafif yaylı bir arabanın hanın önünde durduğunu gördü. Arabadan iki adam indi. Biri sarışın, uzun boyluydu; diğeriyse esmer ve daha kısaydı. Sarışın olan koyu lacivert bir Macar ceketi, esmer olansa yalnızca kısa bir kaftan giymişti. Uzaktan içi boş, lime lime olmuş ipten koşumları olan dört atın çektiği başka bir araba da sallana sallana geliyordu. Sarışın olan hemen merdivenlerden yukarı çıktı, bu sırada esmer olan orada durmuş, uşakla konuşurken ardından gelen arabaya el sallayarak arabanın içinde bir şeyler arıyordu. Sesi Çiçikov’a tanıdık gelmişti. Çiçikov, esmer adama bakarken sarışın olan el yordamıyla kapıyı bulup açmıştı. Uzun boylu, zayıf ya da kupkuru denebilecek yüzlü, kızıl bıyıklı bir adamdı. Yanmış yüzüne bakılırsa dumanın ne olduğunu biliyor denebilirdi, barut dumanı olmasa da tütün dumanıydı bu. Çiçikov’u saygılı bir şekilde selamladı, o da aynı şekilde karşılık verdi. Birkaç dakikada muhabbet etmeye başlayıp birbirlerini iyice tanıyabilirlerdi çünkü zaten bir başlangıç yapılmıştı ve ikisi de aynı anda yoldaki tozun dünkü yağmurla birlikte yıkanıp gitmesinden duydukları hoşnutluğu belirtmişlerdi, artık serinlikte hoş bir şekilde seyahat edebileceklerdi. Bu sırada esmer olan, başındaki kasketi çıkarıp masanın üstüne fırlattı; parmaklarını siyah, gür saçlarının arasından hırçın bir şekilde geçirdi. Bu orta boylu, kıpkırmızı yanaklı, kar gibi beyaz dişli, katran gibi simsiyah saçlı ve favorili, yakışıklı bir adamdı. Kanlı canlı, yüzünden sağlık akan biriydi.
Çiçikov’u görünce kollarını açarak:
“Vay, vay, vay!” diye bağırdı birden. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?”
Çiçikov, Nozdrev’i tanımıştı. Savcının davetinde birlikte yemek yemeleri ve birkaç dakika konuşmaları böylesine içli dışlı olmasına yetmiş olacak ki Çiçikov’a “sen” diye hitap etmişti ancak o, buna vesile olacak hiçbir şey yapmamıştı.
Nozdrev, sorusuna cevap verilmesini beklemeden.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu, sonra da devam etti: “Ben de panayırdan geliyorum kardeşim. Tebrik et beni. Tam anlamıyla soyuldum! İnanır mısın, hayatımda hiç bu kadar ütülmemiştim. Küçük burjuvaların arabasıyla geldim! İşte, pencereden kendin bak!”
Bunu söylerken Çiçikov’un başını öyle bir eğdi ki neredeyse pencerenin çerçevesine kafasını vuracaktı. “Görüyor musun? Ne süprüntü ama! Güç bela, sürüne sürüne gidiyordu lanet araba, ben de onun arabasına bindim.” Nozdrev bunları söylerken parmağıyla arkadaşını işaret etti. “Siz hâlâ tanışmadınız mı? Eniştem Mijuyev! Bütün sabah sizden bahsettik. Bak, dedim kesin Çiçikov’la karşılaşacağız, görürsün. Ah kardeşim, bugün nasıl mahvoldum bir bilsen! İnanır mısın, yalnız tırısa alıştırılmış dört atımı değil her şeyimi kaybettim. Ne kösteğim ne saatim kaldı geriye…”
Çiçikov ona baktı, gerçekten de ne bir kösteği ne de saati vardı. Hatta favorilerinden biri diğerinden daha seyrek ve kısa görünüyordu. “Cebimde yalnız yirmi rublem daha olsaydı…” diye devam etti Nozdrev. “Yirmi ruble, daha fazlası değil! İşte o zaman kaybettiğim her şeyi geri almakla kalmaz, vallahi otuz bin rubleyi de cebime atardım.”
“O zaman da böyle söylüyordun, sana elli ruble verdiğim anda da hepsini kaybettin.” dedi sarışın olan.
“Kaybetmezdim! Tanrı şahidim kaybetmezdim! Aptallığımdan kaybettim. Lanet yedilinin üstüne daha önceden ek para koysaydım, kasadaki bütün parayı cepleyebilirdim.”
“Ancak cepleyemedin.” dedi sarışın olan.
“Cepleyemedim çünkü ek parayı vaktinde koyamadım. Senin şu binbaşı iyi mi oynuyor sence?”
“İyi oynasın ya da oynamasın, seni yendi ya sen ona bak.”
“Aman ne önemli!” dedi Nozdrev. “Ben onu hep yenerim. İki katı paraya oynasın o zaman görürüz nasıl oynadığını! Ama Çiçikov kardeşim, ilk günlerde neler neler içtik bir bilsen! Panayır gerçekten mükemmeldi. Oradaki tüccarlar bile bu kadar çok kişinin geldiğini hiç görmedik diyorlardı. Köyden getirdiğim her