Belki bir seneden beri uğramadığı bu akrabalarını böyle münasebetsiz bir saatte yoklamak kendisine pek garip gelmiyordu. Eskiden beri, hatta lisede okuduğu zamanlarda bile, mektebe dönemeyecek kadar geç kalınca buraya gelir, emektar hizmetçi Fatma’nın boş odalardan birine serdiği yatakta çocukluğunu hatırlatan rahat bir uyku uyur ve sabahleyin de ekseriya kimseye görünmeden çıkardı.
Bu sefer buraya gelmek kararını ani olarak vermişti. Meyhanede konuşulanlar ona anlatılamayacak kadar boş ve soğuk görünüyordu. Bu âlemden tamamıyla ayrı, daha olduğu gibi, daha toprağa yakın bir muhite gitmek arzusunu duydu. Teyzesinin sonradan görme evinin aradığı yer olmadığını biliyordu. Fakat onu buraya asıl çeken sebebi kendine bile itiraf etmek istemiyordu.
Kapıyı her zamanki gibi Fatma açtı. Otuz seneden beri bu evin kahrını çeken ihtiyar kız, mutfak kokan elbiseleri, daima gülümseyen gözleri ile karşısındaydı. Ömer’i görünce duyduğu samimi sevinç her hâlinden belli oluyordu.
“Buyur bakalım küçük bey… Daha yatmadılar…” dedi. Sonra “Sorma… Bu akşam vaziyet fena… Ama kendileri anlatsınlar, buyur!” diye yol açtı.
Ömer birkaç ayak merdiveni çıkınca muşamba döşeli sofada Galip amcayı ve Emine teyzeyi buldu. Galip Efendi uyukladığı yerden doğrularak misafiri güler yüzle karşılamaya gayret ediyor, Emine teyze ise başındaki beyaz çatkısı ve kızarmış gözleriyle “Gel bakalım, gel Ömerciğim… Sorma başımıza gelenleri!” diye sızlanıyordu.
Ömer derhâl meseleyi anladı:
“Söylediniz mi?” dedi.
“Söyledik… Söyledik… Zaten biz söylemesek de o anlamaya başlamıştı. Bu akşam boynuma sarıldı. ‘Ben koskoca kızım, ne diye saklarsınız?’ dedi. ‘Beni böyle şüphede bırakmak daha çok üzüyor, Allah aşkına ne varsa söyleyin.’ dedi. Ant verdi. Ben de ağzımdan kaçırdım. Kendimi zapt ederim diyen kızı bir göreydin! Yürekler acısı! Bağıra bağıra minderlere serildi. Sonra bir tesellimizi bile dinlemeden kaçtı, yukarıya odasına gitti, kapıyı arkasından kilitledi. Elektriği söndürdü. Biraz sonra da sesi kesildi.”
Ömer telaşla sordu:
“Yanına gidip bakmadınız mı?”
“Bakmaz olur muyuz?.. Ama dedim ya, kapıyı kilitledi. Haydi bende bir telaş. Acaba canına mı kıyacak diye ödüm koptu. Kapıyı yumrukladım. ‘Teyzeciğim, beni rahat bırakın, azıcık başım dinlensin, uyuyayım!’ diye cevap verdi. Ne bileyim ben, acayip bir kız. İnsan böyle dertli zamanında dert ortağı arar, hâlbuki o kaçacak yer arıyor.”
Elini tekrar yaşaran gözlerinde gezdirdi:
“Benim de sinirlerim ayaklandı. O zamandan beri başım çatlıyor. Ne de olsa baba ölümü… Ama elden ne gelir…”
Galip Efendi “Merhumun vaziyeti de bir hayli kötü idi…” diye mırıldandı.
Emine teyze ona, böyle yaslı zamanlarda bile “vaziyet” düşündüğü için kızdığını anlatan bir bakış fırlattı.
Ömer bu anda zavallı kıza sahiden acıdığını hissetti. Dört sene evvel ölen kendi babasını hatırladı. İstanbul’da leyli15 mekteplerde geçen ömrü, babasını adamakıllı tanımasına mâni olmuştu. Ona aydan aya para yollayan ve tatillerde evine gidilen biri nazarıyla bakmaya alıştığı hâlde ölüm haberi kendisini adamakıllı sarsmıştı. İnsan oturduğu odanın duvarlarından biri yok oluvermiş gibi bir noksanlık, bir çıplaklık duyuyor, bir gün evveline kadar kolumuz, bacağımız gibi pek tabii surette mevcut olan bir şeyin birdenbire hiç olmasına inanmak istemiyordu.
Ömer düşünceli bir tavırla “Bari tahsili yarım kalmasa!” dedi.
Galip amca derhâl uykusundan fırlayarak cevap verdi:
“Bakalım vaziyetleri müsait olacak mı!”
Emine teyze biraz evvelki bakışını tekrarladı ve kocasının eski hovardalığının ve bir eşrafa yakışan eli açıklığının zamanın tesiriyle nasıl silinip yerini manasız bir hasisliğe bıraktığını bir daha düşündü. Emine Hanım olmasa eve gelen misafirlere, hemşehrilere bir lokma yemek bile çıkarılmayacaktı. Fakat o bütün kuvvet, bütün iradesiyle bu korkunç anı biraz daha geri itiyor, “Ben kan tükürürüm de kızılcık yedim derim. Misafire ikramda kusurum olacağına evcek oruç tutarız daha iyi!” diyordu. Mamafih henüz evcek oruç tutulduğu da yoktu.
İçtiği rakılar Ömer’e garip bir ağırlık vermişti. Birkaç defa esnedi. Bir kenarda diz üstü oturan Fatma yerinden fırladı:
“Yukarıda yatağınız hazır küçük bey!..”
Ömer gerinmeye çalışarak “Gideyim öyleyse!” dedi ve kalktı.
Emine teyze sitemli bir eda ile “Sakın gene bize görünmeden gitme… Bu sefer darılırım!.. Allah rahatlık versin!” dedi.
Ömer tahta ve gıcırtılı merdiveni çıkarak sokak üstündeki küçük odaya girdi. Yere serilen büyük bir yatak, odanın ortasını kaplıyordu. Elektriği açmak için düğmeyi aradı, sonra vazgeçti. Tam pencerenin önünde yanan sokak lambası odayı tamamıyla aydınlatıyordu.
Kapıya yakın bir iskemleye çöktü. Başı ağrımaya başlamıştı, içinde sebepsiz bir üzüntü vardı. Gözlerini etrafta gezdirdi.
Eskiden tanıdığı bu odada hemen hemen hiçbir şey değişmemişti. Yayları çökmüş bir kanepe ile gıcırdayan dört iskemleden ibaret ucuz, fakat aşırı derecede fantezi oda takımı eski yerini muhafaza ediyordu. Yerde aynı eski, fakat güzel Uşak halısı, pencerenin yanındaki sedirde aynı patiska örtüler ve ot yastıklar, duvarda aynı “besmele” levhası ve bir köşede küçük bir masanın üzerinde aynı portatif gramofonla yırtık kılıflı plaklar duruyordu.
Ömer bu karmakarışık eşya içinde daha çok sıkıldı. Sonra kederine rağmen gözlerinin sürmesini ve yanaklarının allığını unutmayan teyzesiyle şimdi herhâlde odasında gamsız bir uyku uyuyan şişman teyzezadesini, Semiha’yı düşündü ve onların buraya ne kadar uyduklarına şaştı. Onlar da bu oda gibi, bütün evleri gibi henüz nereye ait olduklarını bulamamışlardı. Onların içinde de besmele levhasıyla Sonya plağı yan yana duruyordu.
Oturduğu iskemleden kalkarak pencereye gitti, camı açtı. Serin bir bahar gecesiydi. İçeri giren soğuk havanın başındaki ağrıya faydası olacağını ümit etti.
Şehrin ışıklarının kızarttığı gökyüzünde tek tük bulutlar koşuşuyor, birkaç sokak öteden tramvay tekerleklerinin gıcırtısı geliyordu. Gözlerini karşıya çevirince senelerden beri orada duran ve büyük bir konak bahçesini çeviren yüksek duvarların hiç değişmeden aynı yerde yükseldiklerini gördü ve hayret etti. Hayatında her şey o kadar çabuk değişiyordu ki, aradan bir müddet geçtikten sonra gene aynı hâlde kaldığını gördüğü eşya onu şaşırtıyor ve üzüyordu.
Başının içindeki düşünceler, tıpkı şu gökyüzündeki seyrek bulutlar gibi daimî bir hareket hâlinde, şekilsiz ve elle tutulamayacak kadar dağınıktı. Fakat yavaş yavaş daha çok derlenip toplandılar, birtakım hatıralar, istekler, ihtiraslar, ümitler hâlinde birbirini kovalamaya devam ettiler.
Bu sırada kendi kendine bir şeyler söylendiğini fark etti, bütün gayretine rağmen ne söylediğini hatırlayamadı. Kafasında onun iradesine tabi olmayan bir merkez işliyor ve o dikkatini buraya