“Teşekkür ederim… Hacet yok!” diye mırıldandı.
“Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya? İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi!”
Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı. Melek hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden dava vekili, dizlerinin üstüne düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.
Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünüyordu.
Bir eliyle gözlüğünü düzelterek “Ne demek istiyorsun yani?” dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.
Başını kemancıya çevirerek “Ulan!..” dedi. “Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kaçıyor!”
Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.
Hüseyin Avni tekrar Melek’in koluna sarılmak isteyerek bir adım attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.
Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Melek’in etrafına toplanıyordu.
Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar, susuyorlardı.
Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığını bildiriyorlardı.
Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokulmuştu.
Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar eline geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak “Sen geliyor musun şimdi?” dedi.
Melek kısaca “Hayır!” diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.
Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini hissetti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.
Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir iskemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.
Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ileride, yere eski bir çul gibi yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk vuruyorlardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne, yağmurun altına bıraktılar.
Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan sonra çırağa, “Haydi gidelim!” dedi.
Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin dibinde Hüseyin Avni’nin hâlâ yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıslanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından burasından çekelediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları fark etmemişti.
“Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!” diye ağlıyordu.
Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu.
Melek yanındaki garsona, “Şu adamı kaldırıversene!” dedi.
Beraber geri döndüler. Küçük kız hâlâ babasının etrafında dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yalvarıyordu:
“Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga etmeyecek… Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek… Hiç kavga etmeyecek…” Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra, “Hadi kalksana, ne olursun!” diye tekrar ağlamaya başlıyordu.
Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi “Kaldırıversenize, ne olur!” dedi. “İki gündür eve uğramıyor, hepimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor, gidin getirin diyor!”
Melek ve garson, Hüseyin Avni’nin kollarına yapıştılar. Sarhoş sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska vücudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım götürdüler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu. Hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu.
Zifirî karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura battığını hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. Biraz sonra içeride bir kapı gıcırdadı, çamurlu bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü.
Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle “Demek şimdiki de sensin ha?” dedi.
Melek hiçbir şey söylemedi. İki kadın bir müddet bakıştılar. Garson, sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı. Küçük kız kapının bir kenarında hâlâ ağlıyor ve ara sıra burnunu çekiyordu.
Damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk sesler çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu. Melek yavaşça elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bilezikle bir çift küpe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak “Alın bunları… Bunlar sizin galiba…” dedi. Sonra başını azıcık önüne eğerek “Bana bunları boşuna vermişti…” diye ilave etti.
Gitmek için döndü. Kapının kenarına dayanmış duran küçük kızı gördü. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve çekti, sırsıklam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı. Sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yüzünü sıkı sıkı öptü.
Bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle çantasını tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye ile dünden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avcuna sıkıştırdı.
Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına döndü.
Çaydanlık
Hastanenin bodrum katındaki küçük ve pencereleri demir parmaklıklı odada beş kişi yatıyorduk.
Hapishanenin doktoru ve reviri olmadığı için hasta mahpuslar ağırlaşıncaya kadar koğuşlarında kalırlar ve araba parası tedarik edebilirlerse belediye doktorunu getirtirlerdi. Ak saçlarını pek itina ile ortadan ikiye ayıran bu ihtiyar ve zayıf adamcağız, yüzünde besbelli bir tiksinmeyle, ellerini sürmeden hastalara bakar ve mevcut olmayan bir mesuliyetten korkarak, ekserisini hastaneye havale ederdi.
Fakat hastanede mahpuslara ayrılan koğuş beş kişiden fazla almadığı için, mütehassıs tarafından -asla yaptırılamayacak olan-bir reçete ile birlikte geri gönderilen mahpusların, yol kenarlarında oturup dinlenerek ve kelepçeli ellerine jandarmaların sıkıştırdığı bir sigarayı hırsla çekerek hapishane yolunu tuttukları her zaman görülürdü.
Ben bir kulak sancısı yüzünden yatıyordum. Bir bardak sıcak suya damlatılan buğuyu bir kese külah vasıtasıyla sabah akşam burnuma çeker, nadiren kitap okur ve çok zaman gözlerimi beyaz sıvalı tavana dikerek uzanırdım.
Yanımdaki yatakta, esrarkeşlikten dolayı altı ay hastanede tedaviye mahkûm edilen bir bakkal vardı. Hemen hemen hiç odada durmaz, koridorda jandarmalarla ahbaplık ederdi. Hasta olmadığı ve uzun