ŞEHİR YAĞMALAYAN ULYSSES
I
Ulysses’in1 Çocukluk Dönemi ve Ailesi
Uzun zaman önce, Yunanistan’ın batı kıyısında bulunan İthaka adlı küçük bir adada Laertes adında bir kral yaşardı. Laertes’in küçük krallığı dağlık bir bölgede yer alıyordu. İnsanlar, İthaka’nın “denizin üzerinde sanki bir zırh gibi uzandığını” söylerdi ki bu, adanın zemininin dümdüz olduğunu düşündürebilir. Ancak o dönemdeki zırhlar çok büyüktü. Ortasında iki yükselti, bu iki yükseltinin arasında ise bir oyuk bulunurdu. Böylece iki dağı ve bu dağlar arasındaki derin vadisiyle açık denizden bile görülebilen İthaka, gerçekten bir zırh görünümüne sahipti. Ada oldukça engebeli olduğundan insanlar burada ata binemez, binmeyi de öğrenemezdi. Bunun yerine halk iki atın çektiği hafif, iki tekerlekli at arabalarına ayakta binerdi. Savaş esnasında ülkede bir süvari birliği olmadığından erkekler bu at arabaları üzerinde dövüşürdü. Ulysses’in hiç at arabası olmadı ve savaşlara daima yayan olarak katıldı.
İthaka’da atın yanında bol miktarda büyükbaş hayvan da mevcuttu. Kral Laertes’in koyun ve domuz sürüleri vardı. Dağkeçileri, geyikler ve yabantavşanları hem tepelerde hem de düzlüklerde yaşardı. Deniz, insanların ağ, olta, misina ve kancayla yakaladığı türlü türlü balıkla dolup taşıyordu.
Kısacası İthaka yaşamak için çok uygun bir yerdi. Yaz mevsimi uzundu, kış mevsimi sadece birkaç hafta süren soğuk havadan ibaretti. Sonrasında kırlangıçlar gelirdi adaya. Ovalar menekşe, zambak, nergis ve gül gibi yaban çiçekleriyle kaplanır, kocaman bir bahçeye dönerdi. Masmavi gökyüzü ve deniz, adayı daha da güzelleştirirdi. Kıyı boyunca beyaz tapınaklar sıralanmıştı; taş tapınakların üzerinden yabangülleri sarkardı ve sadece su perilerine ait küçük tapınaklar da vardı.
İthaka’dan etrafa bakıldığında dağlarla süslenmiş, birbiri ardına sıralanan başka adalar görünürdü ufukta. Ulysses yaşamı boyunca zengin ülkeler, harika şehirler gördü. Fakat her nerede olursa olsun kalbi daima bu küçük adadaydı. Kürek çekip denize açılmayı, ok ve yay kullanarak yabandomuzu ve geyik avlamayı, bir av köpeğini eğitmeyi bu adada öğrenmişti.
Ulysses’in annesi Antikleia, anakaradaki Parnassus dağı yakınlarında yaşayan Kral Autolykus’un kızıydı. Kral Autolykus kurnaz adamın tekiydi, “Hırsızların Ustası” olarak bilinirdi. İnsanların başlarını koyduğu yastığın altından bile bir şeyler çalabilirdi ve nedense bu yaptığıyla o kadar da kötü biri olarak görülmüyordu. Autolykus, Yunanistan’da “Hırsızların Tanrısı” olarak görülen Hermes’e tapardı. Hatta insanlar, düzenbaz hilelerinin faydasının sahtekârlığının verdiği zarardan daha fazla olduğunu sık sık düşünürdü. Bu hileler büyük olasılıkla eğlence amacı taşıyordu. Fakat amacı ne olursa olsun Ulysses de en sonunda büyükbabası gibi becerikli, cesur ve kurnaz biri olup çıktı. Ancak, bildiğimiz kadarıyla, savaşta düşmanından çalması dışında hiçbir zaman hırsızlık yapmadı. Savaş taktiklerinde, devlerden ve insan yiyicilerden tuhaf kaçışlarında bu kurnazlığını hep gözler önüne serdi.
Ulysses doğduktan kısa bir süre sonra büyükbabası aileyi ziyaret etmek için İthaka’ya gelmişti. Ulysses’in bakıcısı Eurykleia akşam yemeğini yedikleri sırada bebeği içeri getirdi. Onu Autolykus’un kucağına verdikten sonra “Torununa bir ad koymalısın, çünkü duaların hepsinde bu çocuğun adı geçecek,” dedi.
“Dünyadaki kadın ve erkeklerin çoğuna öfkeliyim. Bu yüzden çocuğun adı Yunancada ‘Öfke Adamı’ anlamına gelen ‘Odisseas’ olsun,” dedi Autolykus. Böylece çocuğu bu adla çağırmaya başladılar. Ancak sonradan adı Ulysses olarak değişti ve biz onun adını Ulysses olarak biliyoruz.
Ulysess’in çocukluğuna dair elimizdeki bilgiler kısıtlı. Ancak çocukken babasıyla bahçede dolaşıp ona sorular sorduğunu, “sadece kendine ait” meyve ağaçları olması için babasına yalvardığını biliyoruz. Babası, tek çocuk olduğundan ailenin gözbebeği olan Ulysses’e on üç armut ve kırk incir ağacı verdi. Hatta her yanından üzümler sarkan elli sıra asmayı ona bırakacağını da müjdeledi. Böylece bahçıvandan izin almaya gerek kalmadan, dilediği zaman üzüm yiyebilecekti. Büyükbabası gibi meyve çalmasına gerek kalmamıştı artık.
Bebeğe Ulysses adını veren Autolykus çocuk büyüdüğünde torununun yanında kalmasını istemişti. Ona görkemli hediyeler vermek istiyordu. Ulysses genç bir erkek olduğunda bunu öğrendi. Denizi aşıp at arabasıyla yaşlı adamın Parnassus dağındaki evine ulaştı. Herkes onu memnuniyetle karşıladı. Geldiğinin ertesi günü, sabahın erken saatlerinde amcaları ve kuzenleriyle birlikte yabandomuzu avına çıktı. Ulysses, Argos adındaki av köpeğini de bu ava götürmüş olmalı. Av köpekleri, vurulan yabandomuzunun kokusunu alıp harekete geçti. Köpekleri ellerinde oklarla erkekler takip etti. En önden gidiyordu Ulysses; çünkü Yunanistan’daki en hızlı koşucu olduğunu çoktan göstermişti.
İçerisine ne güneş ışınlarının ne de yağmurun girebildiği karanlık ormana girdi ve birbirine dolaşmış ağaç dalları ile eğrelti otlarının üzerinde uzanan koca yabandomuzuna yaklaştı. Bağrışan adamların gürültüsü ve köpeklerin havlamaları çok geçmeden domuzu uyandırdı. Hızla doğrulan domuz ayağa kalktı, gözlerinden alevler fışkırıyordu. Ulysses telaş içinde, mızrağıyla saldırmaya hazırlandı ama domuz ondan önce davranıp saldırıya geçti. Keskin dişini Ulysses’e geçirip kalçasını parçaladı ama kemiğini ıskaladı. Domuzun sağ omzuna nişan alan Ulysses’in keskin mızrağı hayvana saplandı ve domuz acı bir haykırışla yere kapaklandı. Amcaları Ulysses’in yarasını özenle sarıp yaranın iyileşmesi için büyülü bir şarkı söylediler. Orleans kuşatmasında bir ok Jeanne d’Arc’ın2 omzunu delip geçmiş, Fransız askerler de kadını aynen böyle bir şarkıyla iyileştirmek istemişti. Derken kan durdu ve yara büyük ölçüde kapandı. İleride iyi bir savaşçı olacağını düşündüler ve ona harika hediyeler sundular. Eve geri döndüğü zaman olanları annesi, babası ve Eurykleia’ya anlattı. Fakat sol bacağının tam üstünde büyük, beyaz bir yara izi kalmıştı ve yıllar sonra bu yara izi ile tekrar karşılaşacağız.
II
Ulysses Döneminde Yaşam
Ulysses gençliğinde kendi denginde bir prensesle evlenmeyi isterdi. Şimdi o dönemde Yunanistan’daki birçok kralın nasıl bir yaşam sürdüğüne bakalım. Her kral küçük bir krallığın başındaydı. Bu krallıkların merkezi bir şehri bulunurdu ve krallık devasa taşlardan oluşan koca duvarlarla çevrilirdi. Kralın emrinde soylular, zenginler bulunurdu ve hepsinin kendilerine ait, içerisinde bir de avlu bulunan sarayları olurdu. Uzun salonun tam ortasında bir ateş yanardı. Kral ile kraliçe ateşin yanında, ta tepeye dayanan oymalı dört sütunun arasındaki yüksek tahtta yan yana otururdu. Taht, sedir ağacı ve fildişinden yapılmış, altınla işlenirdi. Ayrıca salonda konuklara ayrılan sandalyeler ve masalar da olurdu. Duvarlar ve kapılar bronz levhalar; altın, gümüş ve mavi renkli cam plakalarla kaplanırdı. Kimi yerleri boğa güreşleri resimleriyle süslenirdi, hatta bazıları günümüzde hâlâ görülebilir. Geceleri meşaleler yakılır, altından erkek figürlerinin ellerine yerleştirilirdi. Ateş ve meşaleden çıkan duman tepedeki deliğe ulaşıp tavanı kapkara yapardı. Duvarlara kılıçlar, mızraklar, miğferler ve zırhlar asılır, bunların sık sık duman lekelerinden arındırılması gerekirdi. Kral ve kraliçenin yanında bir ozan otururdu ve akşam yemeğinin ardından arp çalıp savaş hikâyelerini anlatan şarkılar söylerdi. Geceleyin kral ve kraliçe odalarına çekilirdi, ikisi de kendi odasında uyurdu. Prenseslerin odaları üst katta, prenslerin odası ise alt kattaydı.
Yolculuktan dönen misafirlerin kullandığı banyolara cilalanmış küvetler konmuştu. Bu misafirler iklim ılıman olduğundan geceleri kemer altındaki yataklarda uyurdu. Sarayda çoğu savaş zamanında köle olarak alınmış birçok hizmetli çalışırdı ve onlara iyi niyetle yaklaşılırdı. Onlar da buna karşılık yöneticilerine karşı kibar davranırdı. Madeni para yoktu. İnsanlar bir şey almak istediklerinde ödemeyi sığır ya da altın parçalarıyla yapardı. Zenginlerin altın kadehleri, kabzası altından kılıçları, bilezik ve broşları vardı. Krallar savaş döneminde ordunun başına geçer, barış döneminde ise ülkeyi yönetirdi. Tanrılara sığır ve domuz kurban ederler,