Önsöz
Tarihimizde Garip Olaylar serisinin ilk kitabı, yazar Sabri Kaliç’in “ilginç ve mütevazı” dediği bir eğilimin, yıllar süren birikimin sonucuydu. Yazarımız Kaliç, çocukluğundan beri Hayat Tarih Mecmuası ve Yıllar Boyu Tarih gibi dergilerin verdiği ilginç bilgileri derliyor, karşılaştığı ilginç tarihi bilgileri arşivliyordu.
İlkokul sıralarından beri dogmatik bir öğreti olarak önümüze konan tarihin, zor ve sıkıcı değil, eğlenceli ve ilginç olduğunu keşfediyor. Böylece tarih disiplinine yeni bir alan açan Kaliç, büyük bir zevkle okunan Tarihimizdeki Garip Olaylar kitabının ardından, ikinci derlemesiyle yeniden okurlarının karşısında.
Bu metin, okurlarına, cazip ve eğlenceli bir zaman dilimi vadediyor. Yaradılış Efsanesi’nden yüzyılları aşıp; kendi intiharı için barut mahzenini ateşe veren Alemdar Mustafa Paşa’yla birlikte ölen altı yüz yeniçerinin yasını tutuyor. Ölümü gizlenen padişahların haremlerine girip yüz iki çocuklu Osmanlı padişahını anlatıyor.
Çok sevilen ilk kitabının ardından, serinin ikinci kitabıyla yazarımız, tarihi tozlu raflardan indirip sade ve anlaşılır bir dille, en ilginç yanlarından tutup ellerinizin arasına bırakıyor.
Orta Asya Türkleri
Yaratılış Efsanesi
Gök ve yer yoktu. Uçsuz bucaksız deniz vardı. Tanrı (diğer isimleriyle Ülgen ya da Bay-Ülgen), bu deniz üzerinde uçuyor, konacak katı yer arıyordu ama bulamıyordu. O zaman gönlüne bir ilham oldu: “Önündeki nesneyi yakala!”
Ülgen bu sözleri yineleyerek ellerini öne uzattı; birdenbire su yüzüne çıkıveren bir taşı yakaladı ve bunun üzerine oturdu. Böylece oturacak yer bulduktan sonra dünyayı yaratmak istedi. Bu sırada “Ne yaratayım, nasıl yaratayım?” diye düşünürdü. Apansız, su içinde Ak ana(Ak ene) karşısına çıkıverdi ve: “Bir nesne yaratmak istersen ‘Yaptım, oldu’ de, ‘Yaptım, olmadı’ deme!” Ak ana bunları söyledikten sonra yok oldu. Bundan sonra kimseye görünmedi.
Ak ana’nın sözü üzerindedir ki Ülgen insanlara şu buyruğu verdi:
– Varı yok demeyiniz. Varı yok diyenler yok olur.
Ülgen “Yer yaratılsın!” dedi, yer yaratıldı. “Gökler yaratılsın!” dedi, gökler yaratıldı. Böylece bütün dünya yaratıldı. Üç büyük balık yaratıp onların üzerine yeri koydu. İkisini yerin kıyılarına ve birini yerin tam ortasına koydu. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını aşağı eğerse, kuzeyden tufan (yayık) olur. Eğer başını çok aşağı eğerse bütün dünyayı su basar. Bu balık büyük bir zincirle büyük bir direğe bağlanmıştır. Onu Mangdaşire yönetiyor. Bir gün Mangdaşire bu balığın başını çok aşağıya indirdiği için cihan tufanı olmuştu.
Dünyayı yaratırken Ülgen, “Ay güneş dokunan altın dağ” (ay, kün tiygen altın tu) üzerinde oturdu. Bu dağ gök ile yer arasında idi. Yere o kadar yakındı ki ancak bir adam boyu kadar aralık bulunuyordu. Dünya yaratılışı altı gün sürdü, yedinci gün Ülgen yatıp uyudu, sekizinci gün kalktı.
Bizim ay ve güneşimiz dünyasından başka 99 dünya vardır. Bunların hepsinde birer yer ve cehennem (tamu) vardır. İnsanlar da bulunur. En büyük dünya Han Kurbustan tengere’dir. Bu alemin yönetimini Ülgen kendi yardımcılarından Mangizin Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yeninin adı Altın telegey, cehennemi de Mangiz Toçiri tamu’dur. Bu cehennemin bekçisi Matman Kara’dır. 99 alemin ortancası Ezre Kurbustan tengere’dir. Bu alemin yönetimi Belgein keratlu Türün Musıkay Burkan’a verilmiştir; yerinin adı Altın Şarka’dır, cehennemi Tüpken Kara tanju’dur. Bu cehennemi Matman Karakçı yönetir. Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız en küçük dünyadır. Buna Kara tengere dünyası denir, Maytere yönetir. Cehennemi, Tepten Kara Teş’dir. Bu cehennemi Kerey Han yönetir.
Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.
Bir gün Tanrı Ülgen denize bakarken su üzerinde yüzen bir toprak parçası gördü. Bu toprağın üzerinde insan vücuduna benzeyen kil tabakası vardı. “Nedir bu cansız nesne? Kişi olsun!” dedi. Toprak hemen kişi oldu. Ülgen buna Erlik adını verdi ve bunu orada bıraktı. Erlik, Tanrı Ülgen’i arayıp buldu. Tanrı onu kendisine küçük kardeş yaptı. Erlik bir süre geçtikten sonra Ülgen’den daha büyük ve daha güçlü olmak istedi. “Ah, ben de Ülgen gibi yaratıcı olsam?” diye düşündü. Sonunda Ülgen’e düşman oldu. Ülgen bunun üzerine Mangdaşire’yi yarattı. Bunlardan başka yine bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktandı. Kulaklarına üfledi – can verdi. Burunlarına üfledi – akıl verdi. Yine bir ‘kişi’ yarattı ve buna Maytere adını verdi ve “Sen insanları yönet!” diye buyurdu.
Tufan Efsanesi
Şaman dinine bağlı Türk boylarında söylenegelen dünya tufanı efsanelerini Batılı bilginler derlemişlerdir.
Öz Altaylıların tufan efsanesi XIX. yüzyıl ortalarında Verbitski tarafından şöyle tespit edilmiştir:
“Tufandan önce yeryüzünün hükümdarı Tengiz (Deniz) Han idi. O zamanda Nama adlı ünlü bir adam vardı. Tanrı-Ülgen bu adama dünya tufanı olacağını, insanoğullarını ve hayvanları kurtarmak için sınanmış sandal ağacından (adıra sandal ağaç) gemi yapmasını buyurdu. Nama’nın Soozunuuul, Saruul ve Balıksa adlı üç oğlu vardı. Nama, bu oğullarına, dağ tepesinde gemi yapmalarını buyurdu. Gemi, Cılgen’in öğrettiği ve gösterdiği gibi yapıldı. Nama, Ülgen’in buyruğu ile, insanları ve hayvanları gemiye aldı. Nama’nın gözleri iyi görmezdi. Gemidekilere sordu: “Bir şeyler görüyor musunuz?” – “Yeryüzünü sis kaplamış, korkunç karanlık basmış.” dediler. O zaman yerin altından, ırmaklardan, denizlerden karalara sular fışkırmaya başladı. Gökten de yağmur yağıyordu. Gemi yüzmeye başladı. Gök ve sudan başka bir şey görülmüyordu. Sonunda sular çekilmeye başladı. Dağların tepeleri göründü. Gemi, Çomgoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Suyun derinliğini öğrenmek için Nama kuzgunu gönderdi. Kuzgun dönmedi. Kargayı gönderdi, o da dönmedi. Saksağanı gönderdi, o da dönmedi. Sonunda güvercini gönderdi. Güvercin, gagasında bir dalla geri döndü. Nama, kuzgunu, kargayı ve saksağanı görüp görmediğini sordu. Güvercin bunları gördüğünü, her üçünün de leşe konup gagaladıklarını haber verdi. Nama: “Onlar kıyamete kadar leş ile geçinsinler, sen benim sadık hizmetçim oldun, kıyamete kadar benim evladımla birlikte yaşa!” dedi. Tufandan sonra Nama, Yayaçı (yaratıcı) ve Yayık (tufan) Han adıyla tanrılar sırasına geçti. Yeni kuşaklar ona kurban kesmeyi sürdürdüler.” Nama, ya da sonraki adıyla Yayık Han’ın gemisinin son durağı, Altaylılara göre, Altay dağlarından birindedir. Ama her boy, kendi çevresinde bulunan yüksek dağlardan birini gösterir. Kuzey Altaylılara göre, Nama’nın gemisi hâlâ, Uludağ denen dağın tepesindedir.
Bilindiği gibi, Hıristiyanlar da, Nuhun gemisini Ağrı dağında aramaktadırlar.
Kıyamet (Kalgançi Çak) Efsanesi
Altaylı şamanlar bir gün bu yer dünyasının sonu geleceğine inanırlar. Bu gelecek güne «Kalgançi Çak» derler ki, harfi harfine «kalacak olan çağ» demektir.
W. Radioff ve V. 1. Verbitski tarafından Televütlerle Telengitlerin iki «kalgançi çak» efsanesi, manzum halde, tespit edilmiştir.
Televütlerinki şöyledir:
“Kalgançi çak geldiği zaman gök demir, yer sarı bakır olur. Hanlar hanlara saldırır. Uluslar birbirine kötülük düşünür. Katı taşlar ufalır, sert ağaçlar kırılır. Kişi bir dirsek (arşın) kadar küçük olur. Başparmak kadar erkek olur. Erlerin dizgini kısa olur (Güçlülerin elinde oyuncak olurlar). Ayak takımı Bay olur. Baba çocuğunu, çocuk babasını tanımaz (saymaz). Yaban soğanı pahalı olur. At başı kadar altına bir kap yemek verilmez. Ayak altında altın bulunur, onu alacak kimse bulunmaz.”
Telengit söylentisi daha ayrıntılıdır:
“Kalgançi çak geldiği, kara yer ateşle kaplandığı zaman, Büyük Hakan kulaklarını tıkar. O çağda dünya bozulur. Yer ve insan soyu mahvolur. Fitne ve fesat saçan gaddar rüzgârlar insanları heyecanlandırır. Türe (töre) bozulur. Tepeler çalkanır. Demir