köhne görünümlü bir kulübede oturan yoksul bir kadın vardı. Ağzına koyacak azıcık lokması, ondan daha da az odunu olduğundan küçük oğlunu ormana, yakacak odun getirmeye yolladı. Sonbahardı ve gökyüzü griydi. Hava o kadar soğuktu ki ısınabilmek için oğlan bir hopladı bir zıpladı, bir zıpladı bir hopladı. Ne zaman yığına eklenecek yeni bir ağaç kökü veya ağaç dalı bulsa ellerini çapraz yaparak omuzlarına çarpıyordu çünkü elleri, soğuktan dolayı üzerlerinde yürüdüğü dağ mersini çalıları gibi kıpkırmızı olmuştu. El arabasını doldurduğunda eve doğru yöneldi. Daha önce biçilmiş ve üzerinde kökler kalmış bir tarladan geçiyordu ki tam o sırada sivri uçlu beyaz bir taş gözüne ilişti. “Ah, seni zavallı taş, ne kadar beyaz ne kadar da soluk bir renksin! Gerçekten donuyor olmalısın!” dedi delikanlı. Ceketini çıkardı ve taşın üzerine serdi. Yakacak odunlarla birlikte eve döndüğü zaman annesi, nasıl oldu da bu buz gibi sonbahar havasında sadece uzun kollu bir tişörtle dışarıda dolandığını sordu. Annesine sivri uçlu beyaz bir taş gördüğünü söyleyip ekledi, “Taş o kadar beyaz, o kadar solgun görünüşlü bir renkteydi ki ceketimi ona verdim. Hem üzerine kırağı düşmüştü.”