Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları ve Norveç Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Sabah Işığının Ülkesi Kore’den masallar var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Görgüsüz Kaplan
Yamaçlarından Japon Denizi’nin görüldüğü Kang Wep’in dağlık bölgesinde muhteşem bir kaplan yaşardı. Köylüler, derisi çizgilerle dolu bu kaplana “Dağ Amca” derlerdi. Avcılara nadiren gözüken Dağ Amca, diğer kaplanlardan farklıydı. Avcıların defalarca nişan almasına karşın onu bir türlü vuramadıklarını anlatarak övünürdü. Tuzakların her türlüsünü iyi tanıyordu. İnsanların onu yakalayıp göz diktikleri derisini soymak için kullandığı araçları görünce gülmekten kendini alamıyordu.
Dağ Amca, yazın tepelerin arasında, semiz geyikleri avlayarak yaşardı. Kışın karlar yağar, buz gibi rüzgârlar eser ve soğuk hava insanları evlerine hapsederdi. İşte o zaman, Dağ Amca köylere doğru yola çıkardı. Şişmanca bir sıpa, buzağı veya domuz yavrusu bulma umuduyla ahırların etrafında dolanırdı. Bu teşebbüslerinde öyle başarılıydı ki bütün bölge halkı korkudan diken üstündeydi.
Bir sonbahar günü Dağ Amca, alçak tepelerin arasında dolanmaktaydı. Köylerden uzak olsa da tuzaklar ve avcılara karşı gözünü dört açmıştı. Gerçi etrafta kimseler gözükmüyordu. Dağ Amca, çok acıkmıştı, hemen bir av bulmayı umuyordu.
Büyük bir kayanın yanına vardığında Dağ Amca birden durdu. Yolunun üzerinde, birkaç metre ötede tıpkı kendisi gibi kocaman bir kaplan duruyordu.
Dağ Amca kuyruğunu şiddetle sallayarak karşısındakine meydan okuduğunu gösterdi. Yüksek sesle kükreyip atlamaya hazırlandı. Ne tuhaftır ki öteki kaplan da aynı şeyleri yapıyordu. Dağ Amca, ikisi arasında korkunç bir boğuşma yaşanacağından emindi. Zaten istediği tam da buydu zira kazanacağına dair şüphesi yoktu.
Ne var ki Dağ Amca, muazzam bir sıçrayışın ardından bir çukura düşüverdi. Her yanı yara bere içinde kalmıştı. Üstelik büyük bir hüsrana uğramıştı. Bu arada öteki kaplan ortalıkta gözükmüyordu. Başı ağır kütük yığınlarıyla örtülen Dağ Amca, karanlıkta yatıyordu. Nihayet, ihtiyar kaplan yakalanmıştı. Bir avcının kazıp odun parçaları ve yapraklarla örttüğü çukura düşmüştü. Sarmaşıklar ve çalılarla kaplı odunların üzerinde ise bir ayna asılıydı. Dağ Amca su içmek için eğildiğinde yüzü ve vücudunun sudaki yansımasına sık sık bakardı. Ne var ki bu defa etrafta hiç su olmadığı için karşısında gördüğünün gerçek bir kaplan olduğunu sanıp aldanmıştı.
Derken, bir Budist rahip geldi. Bu adam, tüm canlılara iyi davranılması gerektiğine inanırdı. Bir hayvanın inleme seslerini işitince tuzağın kapağını kaldırarak açtı. Aşağıda yaralı patisini yalamakla meşgul olan Dağ Amca’yı gördü.
“Ah, lütfen beyefendi, beni çıkarın buradan. Fena hâlde yaralandım,” dedi Dağ Amca.
Bunun üzerine rahip, kütüklerden birini kaldırıp çukurun dibine fırlattı. Böylelikle kaplan yukarı tırmanarak çukurdan çıkabildi. İhtiyar Dağ Amca, saçlarını kazıtmış olan keşişe teşekkür etti:
“Size öyle minnettarım ki, efendim. Beni kurtardınız. Yalnız, karnım çok aç. Bu yüzden sizi yemek zorundayım.”
Rahip bu işe şaşmış ve öfkelenmişti. Böyle iğrenç bir nankörlük olamaz diye düşündü. En hafif tabiriyle görgüsüzlüktü bu. Dağların kanununa aykırıydı. Bu yüzden rahip, hangisinin haklı olduğuna karar vermesi için büyük bir ağaca başvurdu.
Ağaçtaki ruh, kaplanın nankörlük yanında görgüsüzlük de ettiğine hükmetti. Hışırdayan yaprakların arasından seslenerek adamın serbest kalması gerektiğini bildirdi.
İhtiyar Dağ Amca bu karardan hiç hoşlanmadı. Zira son derece şişman bir adam olan bu rahip pek leziz bir akşam yemeği olabilirdi. Gelgelelim, Budist rahibin bir başkasına daha danışmasına razı geldi. Bu sefer büyük bir kayadan hakemlik etmesini istemişti adam.
“Rahip kesinlikle haklı, muhterem Dağ Amca. Sen ise tamamen haksızsın,” dedi büyük kaya. “Düşmanlarını cezalandırmak için yeşil bir boğaya ve benekli bir ata binen efendin Dağ Ruhu, bu rahibi yediğin takdirde seni azarlayacaktır. Seni açlıktan ve düştüğün kapanda ölmekten kurtaran adamı yiyecek kadar nankör davranırsan, Dağ Ruhu’na uygun bir elçi olamazsın. Böyle bir şeyi aklından geçirmen bile görgüsüzlüktür.”
Bu sözler, kaplanı utandırmıştı ancak açlığı hâlâ gözlerinden okunuyordu. Bunu gören rahip, canını kurtardığından emin olmak istiyordu. Bu yüzden bir kişiye daha danışmayı teklif etti. Bu defa, karakurbağası hakem olacaktı. Dağ Amca bu teklifi de kabul etti.
Gelgelelim, kenarları altın sarısı gözleriyle bir âlime benzeyen karakurbağası, ağaç ve kayanın yaptığı gibi hemen cevap vermek yerine uzunca bir süre düşündü. Rahibin neredeyse kalbi duracaktı; Dağ Amca ise az sonra çekeceği ziyafeti bekler gibi çenesini oynatıyordu. İhtiyar Benekli Sırt’ın kendi lehine karar vereceğinden emindi.
“Kararımı vermeden önce gidip şu tuzağı bir görmem gerek,” dedi karakurbağası, ağırbaşlı bir kral edasıyla. Üçü birlikte hoplaya zıplaya tuzağın olduğu yere gittiler. İçlerinde en hızlı ilerleyen kaplan olduğu için tuzağın yanına da ilk o varmıştı. Zaten rahibin dostu olan karakurbağasının istediği de buydu. Bütün bunlar olup biterken ihtiyar Benekli Sırt bir yandan, etraftaki kayalarda bir yarık arayıp duruyordu.
Karakurbağası ve kaplan, kimin haklı olduğu üzerinde kafa yorarken rahip manastıra kaçıp kendini kurtarmıştı. Nihayet ihtiyar Benekli Sırt, Dağ Amca’nın aleyhine bir karar verdi. Kararını bildirdikten hemen sonra ise önceden bulduğu kaya yarığının içine atlayıverdi. Sonra içeriden bağırarak Dağ Amca'ya meydan okudu. Onun görgüsüz, kaba ve nankör bir hayvan olduğunu söyleyip elinden geleni ardına koymamasını istedi.
İhtiyar Dağ Amca açlıktan ve öfkeden deliye dönmüştü. Öyle ki kurnazlığı, artık aptallığa dönüşmüştü. Karakurbağasını yakalayabilmek için kayaya pençesini geçirdi ama içeride güvende olan Benekli Sırt, onun bu hareketine gülüp geçti. Düşmanına hiçbir zarar veremeyen kaplan, öfke nöbetleri geçiriyordu. Öfkesi arttıkça aklı kayboluyordu. Burnunu kaya yarığına sokup öyle sert bir şekilde sürtmeye başladı ki çok geçmeden kanlar içinde kalıp öldü.
Tuzağı