Prens “Bir dakika dur,” dedi. “İnsan kendisine hiçbir faydası dokunmayacağını bile bile başkasına zarar verebilecek kadar ahlaksız olabilir mi? Onların üstünlüklerinden memnun olmalarını kolaylıkla anlayabiliyorum; ama cehalet senin suçun ya da aptallığın değil sadece talihsizliğindi. Bu, onlara kendilerini takdir etmeleri hakkını vermez. Üstelik senin ihtiyaç duyduğun bilgiye onlar sahipti; bu bilgiyi sana ihanet etmek yerine pekâlâ seni uyararak da verebilirlerdi.”
Imlac “Kibir” dedi, “nadiren hoş görülebilir, kendini acımasızlıktan pay sağlayarak var eder. Kıskançlık, mutluluğa kendi başına sahip olmaz; ancak başkalarının acılarıyla karşılaştırıldığında onu bulur. O adamlar benim düşmanımdı; çünkü benim zengin olduğum fikri onları kederlendiriyordu. Bana zulmediyorlardı; çünkü zayıf olduğumu görmek onlara zevk veriyordu.”
“Devam et,” dedi Prens, “anlattıklarının doğruluğundan şüphe etmiyorum; ama belki onların gerekçelerini yanlış değerlendiriyorsundur.”
Imlac, “Bu grupla birlikte, Yüce Moğol’un zamanının çoğunu geçirdiği şehre, Hindistan’ın başkenti Agra’ya vardım,” dedi. “Kendimi ülkenin dilini öğrenmeye adadım ve birkaç ay içinde bazısını huysuz ve ketum, bazısını sakin ve konuşkan bulduğum kültürlü insanlarla sohbet edebilir hale geldim. İçlerinden bazısı, kendi başına binbir zorlukla öğrendiği şeyi başkasına öğretmekte isteksizdi; ama diğer kısmı öğrenmenin nihai hedefinin bilgiyi başkasına aktarma onuruna erişmek olduğunu düşünüyordu.
Genç prenslerin öğretmeninde o kadar iyi bir izlenim bırakmıştım ki beni imparatora ‘olağanüstü bilgilerin adamı’ olarak takdim etmişti. İmparator bana ülkem ve seyahatlerim hakkında birçok soru sormuştu. Şu an onun insanüstü bir güçle bahsettiği şeylerden hiçbirini hatırlamıyorum; ama beni bilgeliğiyle hayrete düşürmüş ve iyiliğiyle büyülemişti.
Öyle büyük bir saygınlık kazandım ki birlikte seyahat ettiğim tüccarlar, onları saray hanımlarına övmem için bana başvurdu. Onların bu ısrarcı taleplerindeki özgüven karşısında şaşıp kaldım ve yolda bana karşı sergiledikleri tutumdan nazikçe yakındım. Beni hiçbir utanç ya da keder belirtisi göstermeden soğukkanlı bir umursamazlıkla dinlediler.
Bunun üzerine isteklerini bir kez de rüşvet teklif ederek yinelediler. Ama ben iyilik için yapmadığım bir şeyi para için yapmazdım. Bana zarar verdikleri için değil ama başkalarını incitmelerine izin veremeyeceğim için onları reddettim. Çünkü benim saygınlığımı kullanarak mal satacakları kişileri de dolandıracaklarını biliyordum.
Öğrenecek başka şey kalmayana dek Agra’da yaşadıktan sonra, eski ihtişamının birçok kalıntısını gördüğüm ve yeni pek çok yaşam tarzı barındırdığına şahit olduğum İran’a doğru yola çıktım. İranlılar son derece dost canlısı bir milletti. Bulunduğum meclisler bana her gün dikkat çekici bir başka kişilik ve davranışla tanışma ve insan doğasını tüm çeşitliliğiyle keşfetme fırsatı verdi.
İran’dan Arabistan’a geçtim. Orada karşıma göçebe ve cengâver bir millet çıkıverdi: Yerleşik bir hayatları yoktu, sahip oldukları tek zenginlik, hayvan sürüleriydi. Göz dikilecek ya da kıskanılacak hiçbir varlıkları olmasa da çağlar boyu süregelen bir geleneği devam ettirerek tüm insanlığa karşı mücadele ediyorlardı.”
10. Bölüm
Imlac’ın Öyküsü Devam Ediyor: Şiir Üzerine Bir Deneme
“Gittiğim her yerde şiirin en ulvi bilgi addedildiğini ve insanın onu kutsal âleme gösterilen türden bir saygıyla ele aldığını fark ettim. Neredeyse bütün ülkelerde en eski şairlerin en iyi şairler olarak kabul edilmesine bir türlü anlam veremiyorum. Bunun sebebi belki diğer tüm bilgiler aşama aşama öğrenilirken şiirin bir kerede bahşedilen bir hediye olmasıdır. Ya da her milletin ilk şiirinin insanları bir tür yenilik olarak şaşkına çevirmesi ve ilk başta kazara edindiği itibarı sonrasında herkesin rızasını kazanarak sürdürmesidir. Belki de ilk yazarlar, tasvir için en çarpıcı nesneleri tekelleri altına alıp olası tüm öyküleri çoktan anlattığı ve onları izleyenlere de aynı olayları tekrar tekrar anlatıp aynı hayalleri yeni bileşimlerle sunmaktan başka çare kalmadığı halde şiir, kendini hiç değişmeyen doğayı ve tutkuyu resmetmeye adadığındandır. Sebebi ne olursa olsun, ilk yazarların doğanın, takipçilerinin ise sanatın etkisi altında olduğu gözlemlenmiştir. İlki güç ve yenilikte, sonraki zarafet ve incelikte üstündür.
Ben de adımı bu şanlı cemiyete eklemeye heveslendim. İran ve Arabistan’ın bütün şairlerini okudum, Mekke Camisi’nin duvarlarına asılan tüm eserler ezberimdeydi. Ama çok geçmeden kimsenin taklit yoluyla yücelemeyeceğini fark ettim. Mükemmeliyet arzum dikkatimi doğaya ve yaşama yönlendirdi. Benim konum doğa, dinleyicilerim de insanlar olacaktı. Görmediğim şeyi asla tasvir edemezdim. İlgilerini ve fikirlerini anlamadığım insanları heyecanlandırmayı ya da dehşete düşürmeyi bekleyemezdim.
Şair olmayı kafama koyduğum için artık her şeye yeni bir gözle bakıyordum, ufkum birdenbire genişlemişti, hiçbir bilgiyi gözden kaçıramazdım. İmgeler ve benzetmeler bulmak için dağları ve çölleri gezdim durdum. Ormandaki her ağacın, vadideki her çiçeğin resmini zihnime kazıdım. Sarp kayalıkları da sarayların kulelerini de aynı özenle gözlemledim. Bazen bir derenin dolambaçlarını arşınladım, bazen de kayıp giden yaz bulutlarını izledim. Bir şair için hiçbir şey boş değildir. Onun hayal gücü güzel veya iğrenç olan her şeye aşina olmalıdır. Olağanüstü bir büyüklük ya da küçüklükteki her şeyi yakından tanımalıdır. Bahçenin bitkileri, ormanın hayvanları, dünyanın mineralleri ve gökyüzünün meteorları… Tüm bunlar, şairin zihnini tükenmeyen bir çeşitlilikle doldurmalıdır; çünkü her bir fikir, ahlaki ya da dini gerçeğin uygulanması ve süslenmesi için faydalıdır. Kişi ne kadar çok şey bilirse sahnelerini çeşitlendirme, okuyucusunu ince imalar ve beklenmedik talimatlarla hoşnut etme konusunda o kadar büyük bir güce sahip olur.
İşte bu yüzden doğanın tüm hallerini dikkatle incelemeliydim. Gördüğüm her ülke şiir gücüme katkı sağlamalıydı.”
Prens, “Görülecek o kadar çok şey var ki,” dedi, “çoğunu gözlemleme fırsatınız olmadığına eminim. Şu âna dek bu dağların arasında yaşadım ve yine de her dışarı çıktığımda daha önce hiç görmediğim ya da dikkat etmediğim şeylere rastlıyorum.”
Imlac “Bir şairin görevi,” dedi, “tekil olanı değil, türleri incelemektir; genel özellikleri ve büyük resimleri görebilmektir. O, lalenin üzerindeki çizgileri saymaz ya da ormanın yeşilliğinin farklı tonlarını tarif etmez. Şairin işi, can alıcı ve çarpıcı unsurlarıyla her bakana aslını hatırlatacak bir doğa portresi çizmektir. Bu portre birinin fark edip diğerinin gözden kaçıracağı çok küçük farkları yok saymalıdır; çünkü bu özellikler dikkate de ihmale de aynı ölçüde açıktır.
Ama doğayı öğrenmek, bir şairin görevinin ancak yarısıdır; o hayatın tüm hallerine aşina olmalıdır. Mizacı gereği her koşulun getireceği mutluluk ve tasayı tahmin edebilmeli; tutkunun her türlüsünün gücünü gözlemlemeli; iklimin ya da geleneklerin rastlantısal etkisiyle değişip duran insan