Maalesef bu anlattıklarım çok sıkıcı ama siz de biliyorsunuz ki coğrafya pek de eğlenceli bir ders sayılmaz. Yine de bir masal anlatırken bile sizlere azıcık bilgi vermem şart, bala katılıp içilen acı ilaç misali.
Her neyse, sivri uçlu kaya yuvarlak toprak parçasına çarptığında yaşanan sarsıntı öyle büyüktü ki ikisi birlikte havada dönmeye başladı. Diğer her şey gibi hava da kendi yerine yerleşmeye yeni başlamıştı. Yalnız şansa bakın ki ne tarafa doğru gittiklerini unuttukları için yanlış yönde dönmeye başlamışlardı. Hemen ardından Ağırlık Merkezi dünyanın tam ortasında yattığı uykudan uyanıp homurdanmaya başladı. O, tüm işleri yöneten müthiş bir devdi.
“Acele et,” dedi. “Aşağı inip sessizce uzan, tamam mı?”
Bunun üzerine, yuvarlak toprak parçasına takılan kaya denize düştü. Kayanın sivri ucu ise bir deliğe girerek taşlık deniz dibine sıkıca oturdu. Burada yanlış yönde tam yedi kez döndükten sonra durdu. İşte o yuvarlak toprak parçası milyonlarca yıl sonra Rotundia Krallığı olacaktı.
Coğrafya dersinin sonuna geldik. Şimdi sıra biraz doğa tarihi öğrenmeye geldi. Böylelikle zamanımızı boşa harcıyor gibi hissetmeyiz. Elbette, adanın yanlış yönde dönmesinin bir sonucu vardı: Adada ortaya çıkacak hayvanlar yanlış büyüklükte olacaktı. Bildiğiniz üzere buradaki kobay fareleri bizim filler kadardı. Sevimli evcil hayvanlar olan filler ise hanımların bazen ellerinde taşıdıkları siyah ve açık kahverengi, minicik, şapşal fino köpeklerinin boyundaydı. Tavşanlar bizim gergedanlar kadardı, adanın tenha yerlerinde demiryolu tünelleri büyüklüğünde yuvalar yapmışlardı. Elbette, hayvanların en büyüğü fındıkfaresiydi. Ne kadar büyük olduğunu anlatabilmem mümkün değil. Gözünüzde filleri canlandırsanız bile yeterli olmayacaktır. Neyse ki sadece bir tane fındıkfaresi vardı, o da sürekli uyurdu. Aksi halde Rotundia’lılar ona dayanamazdı diye düşünüyorum. Hal böyleyken, fındıkfaresi için bir ev yaptılar. Bu hayvan sayesinde bando masrafından da kurtulmuşlardı zira fındıkfaresi uykusunda konuşurken bandoyu işitmek imkânsız olurdu.
Bu muhteşem adada yaşayan kadınlar, erkekler ve çocuklar doğru büyüklükteydi çünkü ataları ada yerine oturduktan ve hayvanlar ortaya çıktıktan çok sonra gelmişti.
Böylece doğa tarihi dersini de tamamladık. Bu derse katıldıysanız, Rotundia hakkında orada yaşayanlardan çok daha fazlasını biliyorsunuz demektir. Üç kişi hariç: Okul Başmüdürü, Prenses’in amcası (kendisi bir büyücüydü ve hiç çalışmadan her şeyi biliyordu) ve bahçıvanın oğlu Tom.
Tom okulda diğer herkesten çok şey öğrenmişti çünkü kazanmak istediği bir ödül vardı. Okul Başmüdürü’nün teklif ettiği ödül, arka kapağında kraliyet arması bulunan güzelce ciltlenmiş bir Rotundia Tarihi idi. Ne var ki Prenses’in onunla evlenmek istediğini söylediği günün ardından Tom, bu konu üzerine iyice kafa yordu ve dünyadaki en güzel ödülün Prenses’in kendisi olduğuna karar verdi. İşte Tom bu ödülü kazanmak istiyordu. Eğer bir bahçıvanın oğluysanız ve bir prensesle evlenmeye karar verdiyseniz şunu bilirsiniz: Okulda ne kadar çok şey öğrenirseniz o kadar iyidir.
Prenses küçük düklerle markizlerin çaya gelmediği günlerde daima Tom’la oynardı. Tom birincilik ödülünü alacağından neredeyse emin olduğunu söyleyince Prenses, ellerini çırpıp “Sevgili Tom! İyi kalpli, akıllı Tom sen tüm ödülleri hak ediyorsun. Ben de sana beslediğim fili vereceğim. İstersen, biz evlenene kadar ona sen bakabilirsin,” dedi.
Bu evcil filin adı Fido idi. Bahçıvanın oğlu onu paltosunun cebine sokup götürdü. Dünyanın en tatlı ve küçük filiydi, gövdesinin uzunluğu on beş santimetre kadardı ama akıllı mı akıllıydı. Boyu bir mil olsa bu kadar akıllı olamazdı. Tom’un cebinde uzanıp rahatça yatıyordu. Tom elini cebine atınca Fido küçük hortumunu parmaklarına doladı. Bunu öyle şefkat dolu bir güvenle yapmıştı ki çocuğun kalbi yeni evcil hayvanına hemen ısındı. Fido, Prenses’in sevgisi ve arka kapağına kraliyet arması işlenip güzelce ciltlenmiş Rotundia Tarihi kitabını ertesi gün kazanacağını bilmek, Tom’u bir türlü uyutmayacaktı. Ayrıca köpek çok fena havlıyordu. Rotundia’da bir tek köpek vardı (zaten daha fazlasına bakmaya krallığın gücü yetmezdi). Bu köpek dünyanın çoğu yerinde bulunan bir Meksika finosuydu. Sevimli burnundan tatlı kuyruğunun ucuna kadar ölçüldüğünde ancak on altı santimetre uzunluğunda geliyordu. Ama Rotundia’daki Meksika finosu inanamayacağınız kadar büyüktü. Öyle yüksek sesle havlıyordu ki gece boyu ne uykuya ve rüya görmeye ne de sohbet etmeye veya başka bir şey yapmaya imkân oluyordu. Adada olup biten şeylere asla havlamazdı, bunun için fazla hoşgörülüydü. Ama karanlıkta adanın bir ucundaki kayalara çarpa çarpa yol alan gemiler olursa, bir iki kez havlayıverirdi. Niyeti, gemilere orada canlarının istediği gibi dolanamayacaklarını bildirmekti.
Fakat bu gece durmadan havlıyordu. Prenses, “Ah Tanrım, şunu yapmasa keşke. O kadar uykum var ki!” diyordu. Tom ise içinden şunları geçiriyordu: “Acaba sorun ne? Hava aydınlanır aydınlanmaz gidip bakacağım.”
Pembe sarı güneş ışığıyla etraf aydınlanmaya başlayınca Tom kalkıp dışarı çıktı. Bu esnada Meksika finosu havlamayı sürdürüyordu. Öyle ki sesinin şiddetinden evler sallanıyor, saray çatısındaki tuğlalar oyunbaz bir atın çektiği arabadaki süt kutuları gibi tıngırdıyordu.
“Sütuna gideceğim,” diye düşündü Tom, şehir içinde ilerlerken. Sütun tabii ki bundan milyonlarca yıl evvel Rotundia’ya saplanarak yanlış yönde dönmesine yol açan kaya parçasının tepesiydi. Adanın tam ortasındaydı ve epey yüksekti. Sütunun tepesine çıktığınızda bütün ada ayaklarınızın altında kalıyordu.
Tom şehirden çıkıp ağaçsız tepeleri geçerken çiğ düşmüş, parlak sabah ışığında yuvalarının ağzında yavrularıyla oynayıp eğlenen tavşanları izlemek ne güzel diye düşünüyordu. Elbette tavşanlara fazla yaklaşmadı çünkü bu büyüklükte bir tavşan oyun oynarken nereye gittiğine dikkat etmeyip ayağıyla Tom’u ezebilirdi. Sonra da bu kaza yüzünden çok üzülürdü. Ayrıca Tom iyi kalpli bir çocuktu, bir tavşanı bile üzmek istemezdi. Ülkemizde kulağakaçanlar, üzerlerine basacağınızı düşündüklerinde hemen yoldan çekilir çünkü onlar da iyi kalplidir. Onlara zarar verdiğiniz için üzülmenizi istemezler.
Tom tavşanlara bakıp sabahın daha da kızıl ve altın renklere bürünmesini izleyerek yürüyordu. Meksika finosu havlamaya devam ediyordu, ta ki kilise çanları çalmaya ve elma fabrikasının bacası yeniden sallanmaya başlayana dek.
Fakat Tom sütuna varınca köpeğin neden havladığını öğrenmek için tepeye tırmanması gerekmediğini anladı.
Çünkü sütunun dibinde kocaman ve mor renkli bir ejderha yatıyordu. Kanatları, üzerine defalarca yağmur yağmış eski püskü mor şemsiyeleri andırıyordu. Başı, tıpkı mor renkli bir şapkalı mantarın tepesi gibi büyük ve keldi. Yine mor olan kuyruğu, bir fayton kırbacı gibi upuzun, incecik ve sımsıkıydı.
Ejderha şemsiyemsi, mor kanatlarının birini yalamaktaydı. Arada sırada inleyip başını kayalık sütuna doğru geri atıyordu. Sanki güçten düşmüş gibiydi. Tom ne olduğunu hemen anlamıştı. Gece bir mor ejderhalar sürüsü adayı geçmiş ve bu zavallıcık kanadını sütuna çarpıp kırmış olmalıydı.
Rotundia’da herkes herkese nazik davranır. Tom da daha önce bir ejderhayla konuşmamış olmasına rağmen ondan korkmuyordu. Ejderhaların uçarak denizin karşısına geçmelerini sık sık izlerdi ama bizzat bir ejderhayla tanışmak hiç ummadığı bir şeydi.
Tom şöyle dedi: “Sanırım kendini iyi hissetmiyorsun.”
Ejderha