Edith Nesbit 1858 senesinde Londra’da dünyaya geldi ve öğretmen olan babası 1862 yılının Mart ayında öldüğünde henüz dört yaşına gelmemişti. Kız kardeşi Mary’nin hastalığı nedeniyle ailesinin İngiltere, Fransa, İspanya ve Almanya’nın farklı kentlerinde ikamet etmesi gerekiyordu. Daha sonra Kent şehrinin kuzeybatısındaki Halstead’e yerleştiler. Burada üç yıl yaşadıkları Halstead Hall, Nesbit’in daha sonra kaleme alacağı Demiryolu Çocukları’na ilham olacaktı. İngiliz yazar William Morris’in takipçilerinden olan Edith Nesbit 17 yaşındayken ailesi tekrar Londra’ya taşındı. 1877 yılında, yani 19 yaşındayken banka memuru Hubert Bland’le tanıştı ve 22 Nisan 1880’de evlendiler. Nesbit’in üç çocuğu oldu: Demiryolu Çocukları’nı adadığı Paul Bland (1880-1940), Iris Bland (1881-19??) ve bademcik ameliyatı sonrası henüz 15 yaşında ölen Fabian Bland (1885-1900). Yazar, Beş Çocuk ve O kitabını ve devam serisini Fabian’a adadı. Nesbit ve Bland 1884 yılında (İngiltere İşçi Partisi’nin seleflerinden) Fabian Society’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu topluluğa oğulları Fabian’ın ismi verilmişti. Ayrıca topluluğun Today adlı dergisini birlikte yönettiler. Nesbit ve Bland kısa bir süre Social Democratic Federation ile de ilgilendi fakat bu oluşumu aşırı radikal bularak reddettiler. Nesbit 1880’li yıllarda sosyalizm üzerine dersler veriyor ve yazılar yazıyordu. Ayrıca eşiyle birlikte “Fabian Bland” ismiyle de yazılar kaleme aldı fakat bir çocuk kitapları yazarı olarak başarısı arttıkça bu faaliyetleri azaldı. 1899’dan 1920’ye kadar Well Hall House’da yaşadı. Bland’in vefatından üç yıl kadar sonra, 20 Şubat 1917’de, Woolwich Ferry’de gemi mühendisi olan Thomas “the Skipper” Tucker’la evlendi. Yaşamının sonuna doğru Friston’da “Crow-link” adlı bir eve, ardından St Mary’s Bay’e taşındı. Muhtemelen çok fazla sigara içmesinin sonucu olarak akciğer kanserine yakalandı. 1924’te öldü ve St Mary in the Marsh mezarlığına defnedildi.
Birinci Bölüm
BAŞLANGIÇ
Philip Haldane ile ablası, kırmızı çatılarla süslü küçük bir kasabada, kırmızı çatılı küçük bir evde yaşıyordu. Küçük bir bahçe ve küçük bir balkonları, içinde bir midilli atı ve atın çekmesi için bırakılmış küçük bir el arabasının bulunduğu küçücük bir ahırları vardı. Cumbalı küçük penceredeki küçük kafeste minik bir kanarya tellere asılmıştı. Titiz ve cici hizmetçi sayesinde her yer pırıl pırıldı.
Philip ve ablasının birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Anne babaları ölmüştü. Helen, Philip’ten yirmi yaş büyüktü ve aslında onun üvey ablasıydı. Fakat Philip için gerçek bir anne gibi olmuştu. Helen öyle iyi kalpli, sevecen ve zekiydi ki Philip kendi anneleriyle yaşayan öteki çocuklara hiç imrenmezdi. Ablası bütün zamanını Philip’e ayırıyordu. Bildiği tüm ders konularını ona Helen öğretmişti. Muhteşem oyunlar ve maceralar icat eder, saatlerce Philip’le oyun oynardı. Bu yüzden Philip, her sabah neşeli ve ilginç olaylarla dolu yepyeni bir güne uyandığını biliyordu. Philip on yaşına gelene kadar günler böyle geçip gitti. Her şeyin sonsuza dek aynı kalacağından en ufak şüphesi yoktu. Helen’la piknik yapmak için şelalenin bulunduğu küçük ormana gittikleri gün, hayatlarındaki değişimin başlangıcıydı. Kuvvetli midilli atlarının peşinden eve dönüyorlardı. Bu at çok iyi huylu ve sakin olduğu için ablası Philip’in ona binmesine izin verirdi. Evlerinin bulunduğu köşeden önceki son dar yolu çıkıyorlardı. Bu sırada Helen şöyle dedi:
“Yarın yıldızpatıların toprağını temizleyip beş çayımızı bahçede içeceğiz.”
“Harika,” dedi Philip.
Köşeyi dönünce küçük bahçe kapılarını gördüler. Kapıdan bir adam çıkıyordu. İkisinin de tanıdığı arkadaşlardan biri değildi. Adam dönüp onları selamlamak üzere yaklaştı. Helen elini dizginlere koydu. Oysa Philip’e asla böyle yapmamasını tembihlerdi. Bunun üzerine midilli durdu. Philip’in deyimiyle “uzun boylu ve sosyetik” adam, midilli atının burnunun önüne gelip Helen’ın oturduğu tarafta durdu. Helen adamın elini sıkıp âdet olduğu üzere “Nasılsınız?” diye sordu. Fakat sonra fısıldayarak konuşmaya başladılar. Fısıldıyorlardı! Philip, fısıltıyla konuşmanın ne kadar kaba bir davranış olduğunu biliyordu çünkü Helen bunu sık sık söylerdi. Philip, “Nihayet,” “Artık bitti,” ve “Öyleyse bu akşam,” gibi birkaç söz işitebilmişti.
Ardından Helen, “Bu benim kardeşim Philip,” dedi. Adam, Philip’in elini sıktı. Ama bunu Helen’ı çaprazda bırakacak şekilde yapmıştı. Philip bu hareketin de görgü kurallarına aykırı olduğunu biliyordu. Adam sonra “Çok sıkı dost olacağımızı ümit ediyorum,” dedi. Pip, nezaket gereği “Memnun oldum,” diyerek cevap verdi ama içinden “Arkadaş falan olmak istemiyorum seninle,” diyordu.
Adam şapkasını çıkartıp oradan uzaklaştı. Philip ile ablası eve gittiler. Helen’da bir değişiklik var gibiydi. Philip’i her zamankinden erken göndermişti odasına. Ne var ki Philip uzunca bir süre uyuyamadı çünkü önce kapı zili çalmıştı, ardından Philip’in yatak odasının hemen altındaki küçük misafir odasında bir adamla Helen’ın hararetle konuştuklarını işitmişti. Sonunda uykuya daldı. Sabah uyandığında yağmur yağıyordu, kapalı gökyüzü insanın içini karartıyordu. Philip yaka düğmesini kaybetti, çorabının biri yukarı çekerken yırtıldı, parmağını kapıya sıkıştırdı, diş kupasını içindeki suyla beraber yere düşürdü. Kupa kırılmış, su ise çizmelerine dökülmüştü. Bilirsiniz, bu tür şeylerin yaşandığı sabahlar vardır. İşte öyle bir sabahtı bu.
Sonra kahvaltı için aşağı indi. Yedikleri her zamanki gibi lezzetli gelmedi. Tabii sofraya geç kalmıştı. Helen’ın söylediğine göre onu beklerken tabağındaki jambonun yağı donmaya başlamıştı. Daima kardeşinin işitmekten zevk aldığı şeyleri söyleyen o neşeli sesiyle söylemişti bunu. Fakat Philip hiç gülümsemedi. O sabah gülümsenecek sabahlardan değil gibiydi. Bir yandan da iç sıkıcı yağmur damlaları pencereye vuruyordu.
Kahvaltının ardından Helen şöyle dedi: “Bahçede çay içmeyi kesinlikle başka bir güne bırakmalıyız. Hava ders yapmak için de hiç uygun değil.”
Helen’ın hoş fikirlerinden biri buydu: Yağmurlu günler ders yaparak daha kasvetli hale getirilmemeliydi.
“Ne yapalım?” diye sordu Helen. “Adadan bahsedelim mi? Bir haritasını daha yapayım mı? Bahçeleri, çeşme ve salıncakları da ekleriz, ne dersin?”
Ada Philip’in bayıldığı oyunlardan biriydi. Bu ada palmiye ağaçları ve gökkuşağı renginde kumların olduğu sıcak denizlerdeydi. Sevdikleri ve istedikleri her şeyi hayal ederek güzelleştirdikleri kendi adalarıydı. Philip ada hakkında konuşmaktan hiç bıkmazdı. Öyle ki bu adanın gerçek olduğuna inandığı zamanlar oluyordu. Kendisi adanın kralı, Helen ise kraliçesiydi. Adada ikisinden başka kimsenin bulunmasına izin yoktu.
Ama bu sabah adayı hayal etmek bile Philip’i neşelendirememişti. Sallana sallana pencereye gidip sırılsıklam olmuş çimlere ve yapraklarından sular damlayan sarısalkım ağaçları ile demir kapıdan süzülen kocaman yağmur damlalarına kederli gözlerle baktı.
“Ne oldu, Pippin?” diye sordu Helen. “Sakın kızamık oldum deme. Yoksa kızıl humma ya da boğmaca başlangıcı mı var?”
Hemen Philip’in yanına gelip alnına dokundu.
“Ah, çok ateşin var canım. Söyle ablana, neyin var?”
“Sen söyle,” dedi Philip usulca.
“Neyi söyleyeyim, Pip?”
“Tıpkı kitaplardaki karakterler gibi her şeyi tek başına göğüslemen, soylu davranman gerektiğini falan düşünüyorsun ama bana anlatman lazım. Benden hiçbir şeyi gizlemeyeceğine söz vermiştin Helen, biliyorsun.”
Helen kardeşine sarıldı ve tek kelime etmedi. Philip bu sessizlikten en vahim ve yürek burkan sonucu çıkardı. Sessizlik devam ediyordu. Bu sırada yağmur damlaları su borularının içinde şırıldıyor ve sarmaşıklara damlıyordu. Pencerede asılı yeşil kafesteki kanarya başını bir yana yaslayıp bir çekirdek kabuğunu çıkarttı ve Philip’in yüzüne fırlattı. Sonra meydan okurcasına ötmeye başladı. Ama Helen hiçbir şey söylemiyordu.
“Yavaş yavaş anlatma,” dedi Philip birden. “Her şeyi bir kerede söyle.”
“Neyi