Lydia (Brown) Leavitt, 1851 yılında Kanada’nın Ontario eyaletinde dünyaya gelmiştir. Çocukluğu ve gençliği hakkında çok fazla bilgiye sahip olamadığımız yazar, 17 ya da 18 yaşındayken Thaddeus William Henry Leavitt’le evlendikten sonra oldukça maceralı bir hayat sürmeye başlamıştır.
1884’te ilk kitabı Bohemian Society yayımlanmıştır. 1887’de eşiyle birlikte Avustralya seyahatine çıkmış, Kanada’ya geri döndüğünde gezi notlarını derlediği 2. kitabı Around the World’ü yayımlamıştır.
Eşiyle birlikte kaleme aldığı 3. kitabı Bilgelik ve Cahillik’in ardından 1904 yılında 4. kitabı People I Have Met üzerinde çalıştığı bilinse de bu kitap hiçbir zaman yayımlanamamıştır.
Lydia Leavitt’in ölüm tarihi tam olarak bilinmemektedir. 1904 yılında 4. kitabı üzerinde çalıştığının bilinmesi ve 1909 yılında ölen eşi Thaddeus William Henry Leavitt’in ölüm ilanında “dul” yazılmış olmasından hareketle, 1904 ve 1909 yılları arasındaki bir tarihte ölmüş olduğu düşünülmektedir.
Lydia Leavitt’in eşi Thaddeus William Henry Leavitt, 1844 (bazı kaynaklara göre 1846) yılında, tahminen Atina’da dünyaya gelmiştir. Yazarlığın yanında öğretmenlik, altın arayıcılığı, devlet memurluğu, Brockville Recorder ve Brockville Times’ta editörlük, yazarlık gibi işlerle uğraşmıştır. Genç yaşta Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Yukon’a yaptığı seyahatlerden sonra ilk kitabı olan Kaffir, Kangaroo, Klondyke’ı kaleme almıştır. Seyahat anılarını anlattığı bu kitap, 1898’de Toronto’da yayımlanmıştır.
Lydia Leavitt’in eşi Thaddeus Leavitt’le birlikte kaleme aldığı Bilgelik ve Cahillik, ilk kez 1898 yılında Wells Publishing Company tarafından Kanada’da yayımlanmıştır.
Kitap iki yazarlı olup, iki bölümden oluşmaktadır. Her iki bölümde de genelde insan, özelde ise kadın ve erkek ruhunun en gizli köşelerine dokunan aforizmalar yer almaktadır. Bunun yanında, birinci bölümde Lydia Leavitt’in, orijinal çizimlerle desteklenmiş üç muhteşem kısa hikâyesini de bulabilirsiniz.
Okurlar bu kitaptaki düşüncelerin arasında kendilerine çok tanıdık gelen, eski bir dostu anımsatan ya da “Bunu ben de düşünmüştüm!” diyebilecekleri şeylerle karşılaşabilirler. Böyle bir durumla karşılaşırsanız “bilgece” olanlar sizin olsun, “cahilce” bulduklarınızı yazarlara bırakın.
Birinci Kitap
Lydia Leavitt
HİKÂYELER
Yolu göster, nazik ışık
“Yolu göster, nazik ışık.” Genç, bu sözleri mırıldandı. Hünerli ayaklarıyla hayatın yollarında yürürken istekli elleri dikenlerine rağmen gülleri tutmaya çalışıyordu. Neşe içinde kahkahalar atıyor, kanı damarlarında deli gibi akıyor ve parlak gözleri geleceğe korkusuzca bakıyordu. Neşeli sözler dudaklarından dökülürken bir müziği andırıyordu: “Yolu göster, nazik ışık.”
“Yolu göster, nazik ışık.” Sözcükler, orta yaşlının dudaklarından ağır ağır döküldü. Bitkin ayakları yavaş yavaş hareket ederken elleri güllere uzandığında, bulduğu yalnızca bir avuç kül oldu. Kahkahasında neşeden ziyade hüzün vardı, gözlerinin feri kaçmış, solgun dudakları titriyordu. “Yolu göster, nazik ışık.”
“Yolu göster, nazik ışık.” Yaşlı, sözcükleri fısıltıyla söyledi. Yorgun ayakları hareket edemiyordu, felçli elleri aciz kalmıştı. Başı, yılların ağırlığıyla eğilmiş, gözleri görmez olmuştu. Titreyen dudaklarından fısıltı halinde çıkan duası zar zor duyuldu, “Yolu göster, nazik ışık.”
“Yolu göster, nazik ışık.” Ölüm, çukurlaşmış gözlerini kapatmış; yorgun elleri bağlı, kalbi atmayı bırakmış, sessiz dudakları hareketsiz kalmıştı. Bitkin ayakları artık dinleniyordu, sakin yüzünde anlatılmaz bir huzur vardı. Tatlı bir müzik ve nazik seslerin mırıltıları odayı doldurdu, “Yolu göster, nazik ışık.”
Bir masal
Almanya ormanlarının birinde, en çok okumuş bilim adamlarının bile tanıyamadığı bir ağaç varmış. Diğer ağaçlardan pek de güzel sayılmazmış ve bazı tuhaf tarafları varmış. Kabuğunun rengi bakanlara hüzün verirmiş ve kuşlar, dalları arasına yuva yapmayı reddedermiş. Ağaç, ormandaki kardeşlerinin dilini anlamaz, kalabalık ormanda tek başına ve hiç dikkat çekmeden yaşar gidermiş. Bir sabah uyanmış ve yanı başında tıpkı kendisi gibi tuhaf bir ağacın olduğunu görmüş. Kendi kendine, “Artık yalnız kalmayacağım. O benim söylediklerimi anlayacak ve tatlı tatlı sohbet edeceğiz,” demiş. Diğer ağaçsa “Ne de tuhaf bir ağaç bu! Biz diğerlerine hiç benzemiyoruz. Ondan hiç hoşlanmadım,” demiş içinden. Birincisi onun memnuniyetsizce söylendiğini duymamış, kalbi mutluluk ve neşeyle dolmuş. “Diğer ağaçlar gibi olmadığımızı ona unutturacağım. Ona en tatlı şarkılarımı söyleyeceğim,” derken kabuğunun kasvetli yeşili yavaş yavaş açılmaya başlamış, genç tomurcuklar belirmiş her yanında, dalları esintiyle hafifçe sallanmış, dalları arasına yuva yapsınlar diye nazik sesiyle kuşları çağırmış ve
“İyi havada ve kötüsünde,
sayıları günden güne arttı kuşların,
ve ağacın dallarına yuva yaptı şairleri havanın.”
Akşamüzeri, hepsini bağrında toplamış ki şarkıları yeni arkadaşını uyandırmasın uykusundan ve tüm orman uyumaktayken yalnız o uyanıkmış; gecenin sessizliğinde usulca fısıldamış: “Ich liebe Dich.” Güneş yükselirken dallarındaki kuşlar cıvıldaşarak uçmuşlar ormana doğru, “Ich liebe Dich”, ağaçlar şarkıya eşlik etmiş; kuşlar, ağaçlar, dereler ve bütün orman hep bir ağızdan şarkı söylemişler: “Ich liebe Dich, Ich liebe Dich.”
Yaz böylece geçip gitmiş, yeni arkadaşının memnuniyetsizliğini gördükçe kalbindeki hüzün artmış. Kendi kendine demiş ki: “Kış geldiğinde onu soğuktan koruyacağım.” Diğeri şikâyetlerine devam etmiş: “Keşke diğer ağaçlar gibi olsaydım. Keşke kabuğum çevremde gördüğüm diğer ağaçların kabuklarına benzeseydi, keşke gövdem tıpkı ormandaki diğer ağaçlar gibi olsaydı.”
Yeni arkadaşının şikâyetlerini dinlerken “Kabuğunu diğerleri gibi yemyeşil yapacağım,” diye fısıldamış kendi kendine. Kökleri ve dallarındaki özsuyu ona göndermiş, kökleri zenginleşsin ve kabuğu güzelleşsin diye… Kış mevsiminin dondurucu soğukları bastırdığında gövdesiyle ona siper olmuş, kar yağdığında dallarıyla üstünü örtmüş, biriken karların bütün ağırlığını o taşımış. Ağırlıktan dalları kırılacak gibi olduysa da dayanmış, kalbinin kötü hislerle dolmasına izin vermemiş.
İlkbahar geldiğinde özsuyunu arkadaşına göndermeye devam etmiş. Diğeri beslendikçe kabuğu daha parlak hale gelmiş, yaprakları güneş ışığında ışıldamaya başlamış. O zamana dek en ufak bir cıvıltının bile duyulmadığı dallarına kuşlar yuva yapmaya ve yavrularını bırakmaya başlamış. Ona bakan ağacın kış boyunca üzerine üflediği havadan doğan aşk kokusu her yanını sarmış. Böylece ormanın en güzel ve göz alıcı ağacı haline gelmiş.
Arkadaşı ona bakıp “Şimdi mutlu olacak mı?” diye düşünmüş. Kalbi daha yavaş atıyormuş, arkadaşına verdiği özsuyu bir daha yenilenmeyecekmiş, kabuğu kasvetli bir renge dönmüş, artık kuşlar gelmediği için dalları bomboş kalmış.
Bir sabah uyandığında arkadaşının artık yanında olmadığını ve ormandaki diğer ağaçlara katıldığını görmüş. Kendisininse kış boyunca biriken karları taşıyan gövdesi solmuş, yaprakları birer birer dökülmüş. Kış tekrar geldiğinde onu soğuktan koruyacak hiçbir şeyi yokmuş.
Ve bir oduncu demiş ki:
“Bu ağaç ölmüş, onu keselim.”
Rüzgâr
“Rüzgârın sesine kulak ver!” deriz, pencereler titrer