“Aman be, sadece selam veriyordum.” Mişlayevski hak etmediği hakaret karşısında kıpkırmızı oldu, göğüs kafesi şişti ve şıngırdaya şıngırdaya misafir odasına doğru gitti. Yemek odasında zarif görünümlü kumral Elena’yı görünce tedirgin oldu.
“Günaydın Lena tatlım. Eee… Hmm” (Mişlayevski’nin metalik tenor sesi yerine, boğazından kalın boğuk bir bariton ses çıktı.) “Lena, hayatım” diye ağzından çıkıveren sözcükler, içindeki hisleri olduğu gibi yansıtıyordu. “Bana darılma. Ben seni çok seviyorum ve senin de beni sevmeni istiyorum. Lütfen dün geceki iğrenç davranışlarımı unut. Benim gerçekten öyle bir hayvan olduğumu düşünmüyorsun, değil mi?”
Bunları söylerken Elena’yı sımsıkı kavrayarak yanaklarından öptü. Aynı anda misafir odasındaki tüylü toz fırçası pat diye yere düştü. Teğmen Mişlayevski ne zaman Turbinlerin evine gelse Anyuta’nın başına hep garip şeyler gelirdi. Her türlü ev gereci elinden kayıp düşmeye başlardı. Eğer mutfaktaysa ya bıçaklar elinden kayıp gider ya da raftaki tabaklar devrilirdi. Anyuta’nın dikkati tamamen dağılırdı. Sebepsiz yere koridora koşar, Mişlayevski ayrık çenesi ve geniş omuzları, mavi pantolonu ve kısa, çok alçak mahmuzlarıyla kasıla kasıla oradan çıkıp gidene kadar orada şosonlarla oyalanır, eline bir bez parçası alıp onları silerdi. Onun gidişinin hemen ardından gözlerini kapatır, ayakkabı dolabının içindeki daracık saklanma yerinden yan yan çıkardı. Şu anda ise misafir odasında tüylü toz alma fırçasını elinden düşürmüş, öylece duruyor ve basma kumaştan yapılmış perdelerin arasından boş boş uzaklara, gri renkli bulutlu gökyüzüne bakıyordu.
“Oh Viktor, Viktor” dedi, Elena, özenle fırçalanmış ve üzerinde bir taç takılı olan saçlarını sallayarak. “Sağlıklı biri gibi duruyorsun, dünkü halin neydi öyle? Otur bir kahve iç, iyi gelir.”
“Sen de bugün harikulade görünüyorsun Lena. Tanrım, gerçekten öylesin. Bu pelerin sana inanılmaz yakışmış, gerçekten inanılmaz” dedi, Mişlayevski, kendini sevdirmeye çalışır bir ifadeyle. Gerginleşen bakışları, cilalanmış büfenin üzerinde bir ileri, bir geri gidiyordu. “Baksana şu pelerine Karas. Dünyanın en güzel koyu yeşili, değil mi?”
Karas, cömert ve tamamen içten bir ifadeyle, “Elena Vasiliyevna çok güzel bir kadın” dedi.
“Işıklar sayesinde rengi bu kadar güzel görünüyor” diye açıklama yaptı, Elena. “Hadi artık Viktor bırak bu lafları, istediğin bir şey var, değil mi?”
“Doğrusunu istersen Lena, hayatım, dün gece yaşananlardan sonra migren ağrılarım en küçük bir olayla tetiklenebilir ve migrenimle uğraşırken dışarı çıkıp savaşamam…”
“Pekala, anladım, büfeye bak.”
“Teşekkür ederim. Sadece ufak bir bardak, dünyadaki bütün aspirinlerden daha faydalı.”
Mişlayevski, yüzünü acı çekiyormuşçasına buruşturarak iki bardak votkayı kafasına dikerken, arada da dün akşamdan kalan vıcık vıcık olmuş dereotlu salatalık turşusundan ağzına attı. Sonra da kendini yeni doğmuş bir bebek gibi hissettiğini söyleyerek bir bardak limonlu çay rica etti.
“Sen kendini üzme Lena” dedi, Aleksey Turbin, boğuk bir sesle. “Uzun sürmez. Sadece gidip gönüllü olarak bir imza atmam gerekiyor. Sonra doğrudan eve geleceğim. Merak etme çatışma falan olmayacak. Sadece burada oturup bekleyeceğiz ve o Petlyura pisliğini buradan püskürteceğiz.”
“Başka bir yere göndermesinler seni?”
Karas onu teskin etmeye çalışan bir ifade takındı.
“Merak etme, Elana Vasiliyevna. Öncelikle şunu belirteyim, alayın dört günden önce hazır olması mümkün değil. Hâlâ ne atımız, ne de cephanemiz var. Hazır olduğumuz zaman da şehirden bir yere ayrılmayacağımız kesin. Hazırladığımız ordu, şehri korumaya yönelik. Daha sonra da tabii ki Moskova’ya ilerlemek üzere…”
“Tamamen varsayımlara dayalı konuşuyorsun. Ben ancak neler olduğunu gördüğüm zaman inanırım…”
“Bunlardan önce Denikin’le bağlantı kurmalıyız…”
“Beni rahatlatmak için bu kadar zahmete girmenize gerek yok” dedi, Elena. “Korktuğumdan değil. Tam tersi, yaptığınız şeyi ben de destekliyorum.”
Elena’nın sesi gerçekten cesur ve kendinden emin çıkıyordu. Yüzündeki ifadeye bakınca günlük hayatın olağan sıkıntılarını çoktan kendi içinde halletmiş gibi görünüyordu. Şeytanın orada olduğu bu günlerde bu kadarı yeterliydi.
“Anyuta” diye seslendi, Elena. “Anyuta hayatım, Teğmen Mişlayevski’nin kirli kıyafetleri dışarıda verandada. Onları önce iyice fırçalayıp sonra da yıkar mısın?”
Elena’yı en çok rahatlatan kişi, orada haki renkli tuniği ile sakin bir şekilde oturmuş, kaşları çatık vaziyette sigara içen kısa boylu tıknaz Karas’tı.
Koridorda birbirleriyle vedalaştılar.
“Tanrı hepinizi korusun” dedi, Elena. Yüzünde tatsız bir ifade vardı. Önce Aleksey’in üzerinde istavroz çıkardı. Sonra aynısını Karas ve Mişlayevski’ye de yaptı. Mişlayevski ona sarıldı. Paltosunun gövde kısmındaki kemeri iyice sıkılmış olan Karas’ın yanakları kızardı ve nazikçe kadının iki elini de öptü.
“Bir durumu arz edebilir miyim, Albayım?” dedi Karas. Topuk selamını verirken mahmuzları usulca şıngırdadı.
Albay mağazanın ön tarafındaki yükseltilmiş bir platformun üzerinde, küçük bir masanın arkasında yeşil renkli, alçak ve oldukça kadınsı bir koltukta oturuyordu. Onun arkasında, üzerinde “Madam Anjou Kadın Şapkaları” yazan mavi kartondan şapka kutular yükseliyor ve bu kutular, dantelli tüllerin asılı olduğu tozlu pencerelerden gelen ışığın bir bölümünü engelliyordu. Albay elinde bir kalem tutuyordu. Kendisi aslında bir albay değil, omzundaki altın renkli apoletlerindeki üç yıldız, iki tane renkli çizgi ile uzunlamasına bölünmüş ve üzerinde de altın renkli, çapraz duran toplar ile bir yarbaydı. Albay yaş olarak Aleksey Turbin’den çok az büyük gibiydi –otuz, en fazla otuz iki yaşlarındaydı. Yüzü dolgun, temiz tıraşlıydı ve Amerikan tarzı kırpılmış bir bıyığı vardı. Son derece canlı ve zeki görünen gözleri onlara doğru bakıyordu, belirgin bir şekilde yorgun fakat dikkatlice.
Albayın etrafında ise ilkel bir kargaşa göze çarpıyordu. Albayın oturduğu yerin iki adım ötesinde küçük siyah bir sobanın içinde yanan ateşin çıtırtıları duyuluyor, mağazanın arka taraflarındaki derinliklere kadar uzanan uzun, köşeli, siyah soba borularından da ara sıra kurum damlıyordu. Hem yükseltilmiş platformun, hem de mağazanın geri kalanının zeminine kağıt ve mağazada kullanılan dokuma parçaları saçılmıştı. Daha yüksekte, Albayın başının üzerinde yükselen bir balkonda bir daktilo -sinirli bir kuşun bir şeyleri gagalarken veya gevezelik ederken çıkardığı gürültülere benzer sesler çıkaran bir daktilo- vardı ve Aleksey Turbin başını kaldırınca, daktilonun neredeyse mağazanın tavanı yüksekliğinde bir tırabzanın arkasında geride durmuş, adeta bir kuş gibi şakıdığını gördü. Korkulukların arkasında mavi pantolonlu birinin bacakları ve kalçası gözüne ilişti. Fakat bu kişinin başı, tavandaki kiriş tarafından önü kapandığı için görünmüyordu. Mağazanın sol kenarında çalışmakta olan ikinci bir daktilonun sesi duyuluyordu. Gönüllü bir katibin ancak parlak apoletleri ve sarı saçlarının