Altın çağ. Кеннет Грэм. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Кеннет Грэм
Издательство: Maya Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-605-7605-92-4
Скачать книгу
TABA DAIR

      Kenneth Grahame 8 Mart 1859 ile 6 Temmuz 1932 tarihleri arasında yaşamış Britanyalı ünlü bir yazardır. Ününü daha çok çocuk kitaplarına borçlu olan yazarın pek çok eseri televizyona ve sinemaya uyarlanmıştır. En çok bilinen eseri, çocuk edebiyatının en önemli örneklerinden sayılan Söğütlükte Rüzgâr’dır.

      Kenneth Grahame, İskoçya’nın Edinburgh şehrinde doğar. Grahame 5 yaşına geldiğinde, lohusa humması nedeniyle annesini kaybeder. Alkolik olan babasıysa çocuklarının bakımını üstlenmek istemez ve dört kardeşi anneannelerinin yanına bırakır.

      Anneannelerinin Berkshire’a bağlı Cookham’daki yıkık dökük evinde yaşamaya başlayan çocuklar, dayılarıyla bolca vakit geçirir. Cookham Dean kilisesinin rahibi olan dayıları, çocukları nehirde sık sık tekne gezisine çıkarır. Grahame’in eserlerinin geçtiği mekânlar, çocukken yaşadığı bu çevreden büyük izler taşımaktadır.

      Öğrenim hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olarak kendini gösterir. Ancak ailenin maddi durumu elvermediğinden üniversiteye devam edemez, bankada çalışmaya başlar.

      1899’da Elspeth Thomson ile evlenir. Bir erkek çocukları olur. Alastair adını verdikleri bu çocuğun tek gözü doğuştan görmemektedir ve kısa hayatı boyunca çok ciddi hastalıklardan mustarip olmuştur.

      Grahame erken yaşta emekli olur, Cookham’a dönerler. Burada Alastair’e uyumadan önce anlattığı hikâyeler, Söğütlükte Rüzgâr kitabının temelini oluşturur. Alastair, 20 yaşına girmesine 5 gün kala tren raylarına atlayarak intihar eder. Alastair’in ölümü kayıtlara “kaza sonucu ölüm” olarak geçirilir.

      Grahame 6 Temmuz 1932’de Berkshire’da hayatını kaybeder. Kendisi gibi yazar olan kuzeni, mezar taşına şöyle yazdırır:

      “Nehrin öte yakasına 6 Temmuz 1932’de geçen, çocukluğu ve edebiyatı her zamankinden de kutsal hale getiren, Elspeth’in kocası ve Alastair’in babası Kenneth Grahame’in güzel anısına…”

      Altın Çağ, ilk kez 1895’te yayımlanır. Kitaptaki bölümlerin bazıları daha öncesinde gazetelerde yayımlanmıştır. Okurlar tarafından ilgiyle karşılanan eserin kendi türünün klasikleri arasına gireceğine kesin gözüyle bakılmıştır. Şair, romancı ve eleştirmen Algernon Charles Swinburne, Daily Chronicle’daki köşesinde “Yeteri kadar nasıl övebileceğimi bilmediğim çok az sayıda kitaptan biri,” diye yazmıştır.

      Grahame’in Altın Çağ’daki hayal gücünün ve benzetmelerinin kaynağı antik Yunan mitolojisidir. Kitapta anıları anlatılan çocuklar, çevrelerindeki yetişkinleri “Olimposlular” olarak adlandırır. “Argonotlar” başlıklı bölümdeyse Yunan mitolojisinin figürlerinden Perseus, Apollo ve Psyche’ye göndermeler vardır. Kitaptaki çocuklar, çocukluğun neye benzediğini unutmuş Olimposlularla devamlı çatışma halinde oldukları bir dünyada yaşarlar.

      Altın Çağ’daki çocukların yaşamı, Grahame’in çocukluğuyla pek çok paralellik taşır. Kitabın esas teması çocukluk ve yetişkinlik arasındaki kapanmaz boşluk ve belirgin zıtlıklardır. Çocukların çoğu zengin bir hayal gücü ve sınırsız bir macera tutkusuna sahiptir; hatta bunlar, çocukluk çağının en temel özelliklerindendir. Ancak insanlar, yıllar geçtikçe bu özellikleri kaybeder. Dünyaya çok farklı iki pencereden bakan çocuklar ve yetişkinlerin düşünceleri arasındaki mesafe, bu kitabın ele aldığı temel konudur.

      “Geçmiş zamanlara şöyle bir dönüp bakmak ve atalarımızı düşünmek iyidir. İhtişamlı örnekler gözümüzün önünde zayıflar ve geçmişten alınıp günümüze taşınacak hale gelir. Saflık uçar gider, günahlar uzun adımlarla üstümüze üstümüze yürür.”

Sör Thomas Browne

      GİRİZGAH: OLİMPOSLULAR

      Çok önceden yüzüme kapanan geçmiş zaman kapısının ardından o eski günlere baktığımda görüyorum ki anlattıklarım öz anne babasıyla büyüyen çocuklara tuhaf gelebilir. Ama en yakını yengeleri ya da amcaları olan çocuklara daha farklı bir düşünce tarzıyla yaklaşılmasına anlayış gösterebiliriz. Sahiden de sözkonusu büyükler, ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar kibar ama aynı zamanda ilgisizlerdi (belli bir aptallığın sonucu olan bir ilgisizlik); sonra da çocukların âdeta hayvan gibi davrandığına dair beylik kanılara varıyorlardı. Bu aptallığın varlığını ve dünya üzerindeki müthiş etkisini, çok erken yaşlarda, şahsi olmayan ve samimi bir yolla fark ettiğimi hatırlıyorum. “Caliban ve Setebos” şiirindekine benzer bir şekilde içimde çeşitli aşırılıklara meyilli, inatçı ve kaprisli, belli belirsiz bir iktidar hissi kabarıyordu. “Çünkü öyle olması gerekiyor!” Bizi yönetme otoritesini o ümitsiz ve yetersiz büyüklere bırakmaktansa, onları yönetme otoritesi bize bırakılsa çok daha mantıklı olurdu. Bu büyükler, (bizimkiler bu konuda şans eseri biraz daha iyiydi) insanda saygı uyandırmak şöyle dursun, yalnızca iyi şansları yüzünden belli bir haset hissi ve o şansı kullanamama kabiliyetsizliklerinden ötürü acıma duygusu uyandırıyorlardı. Gerçekten karakterlerindeki en umutsuz niteliklerden biri buydu, (sık sık olmasa da bazen onların bu hallerini düşünürdük) sonuçta hayatın her türlü lezzetini tatmak için mutlak ehliyetleri olduğu halde o şansı kullanmıyorlardı. Bütün gün gölette suyla oynayabilirler, tavuk yakalayabilirler, hatta kirlenmesine asla müsamaha gösterilmeyen kilise kıyafetleri içinde ağaçlara tırmanabilirlerdi; gündüz vakti kasabaya inmeleri ve barut almaları için bir engel yoktu, topları istedikleri gibi ateşleyebilirler, çimenler üzerinde mayın patlatabilirlerdi. Ne var ki bunların hiçbirini yapmıyorlardı. Onları pazar günleri kiliseye sürükleyen şey de karşı konulamaz bir kuvvet değildi, oraya kendi istekleriyle düzenli olarak gidiyorlardı, gerçi bizden daha çok keyif aldıkları da söylenemezdi.

      Dolayısıyla sözkonusu Olimposluların şu hayatta ilgi duydukları hiçbir şey yok gibi görünüyordu; hareketleri bile sınırlı ve yavaştı, alışkanlıkları da anlamsız ve kalıplaşmıştı. Açık seçik görünenden fazlasını göremiyorlardı. Onlara göre meyve bahçeleri (perilerle dolu müthiş yerler olan o meyve bahçeleri!) yalnızca elmaların ve kirazların yetiştiği yerlerdi. Bu meyvelerin yetişmediği de oluyordu tabii, öyle zamanlarda da doğanın başarısızlığı nedense insanların sırtına yüklenirdi. Olimposlular, köknar ormanlarına ya da fındık ağaçlıklarına adım atmıyor, oralarda gizli mucizelerin hayalini kurmuyorlardı. Ördek gölünü besleyen -Nil kadar eski- gizemli su kaynakları onlara büyülü gelmiyordu. Kızılderililerin farkında değillerdi, bizonları ya da (silahlı!) korsanları hiç umursadıkları yoktu, oysa her yer onların izleriyle doluydu. Hırsız inlerini keşfetmek yahut gizli hazineleri kazıp gün yüzüne çıkarmak hiç ilgilerini çekmiyordu. Muhtemelen ellerinden gelen en iyi iş, zamanlarının çoğunu boğucu iç mekânlarda geçirmekti.

      Vaiz bir istisnaydı elbette. Koruluğun ötesindeki çayırlığın bufalo sürüleriyle dolu olduğunu, o yüzden kızılderili çarıkları giyip kızılderili baltaları kuşanarak kan kokusu aldığımızı gösteren haykırışlarla oraya koşturmak istediğimizi anlattığımızda ürküp geri çekilmezdi. Olimposluların yaptığı gibi bize gülmez, bizimle alay etmezdi. Onun yerine ciddi bir tavır takınırdı ve o kadar büyük bir sürüyü kovalamak için işimize yarayabilecek çok değerli öneriler sunardı. Bize öyle geliyordu ki o vahşi hayvanlara dair işe yarar bilgileri olmasaydı, bu kadar olgunluğa ve seçkin bir rütbeye ulaşması mümkün olmazdı. Dahası, en kısa zamanda bize karşı bir ordu ya da yağmacı Kızılderililerden oluşan bir grup toplamak için de her zaman hazırdı. Kısacası özel yeteneklere sahip, son derece hünerli bir adamdı, çoğunluktan fersah fersah ilerideydi. Şimdilerde piskopos olmuştur diye düşünüyorum, neticede bizim bildiğimiz kadarıyla gereken niteliklerin hepsine sahipti.

      Bu tuhaf adamın zaman zaman misafirleri olurdu. Onlar da bizim Olimposlular gibi kasıntı ve renksizdi, onlar da hayati öneme sahip ilgilerden ve anlamlı uğraşlardan yoksunlardı. Bulutlardan çıkagelirler, sonra bizim görüş alanımız dışındaki bir yerlerde amaçsız varlıklarını sürdürmek için uzaklara giderlerdi. Geldikleri zaman acımasızca kaba kuvvet uygularlardı. Bizi yakalarlar, yıkarlar ve zorla temiz çarşaflara sararlardı; her zamanki gibi sessizce boyun eğerdik, onlara öfke duymaktan çok yaptıkları işi küçümserdik. Biraz sonra, zoraki sırıtışlarla kaskatı olmuş yüzümüz ve yağlı saçlarımızla oturup onların alışılagelmiş söylevlerini dinlerdik. Mantıklı insanlar nasıl