Sonra bir gün biz bahçedeyken Freeman gelip satış yerindeki yerlerimize geçmemizi emretti. Girdiğimizde bir beyefendi bizi bekliyordu. Hikayenin devamında sık sık bu adamdan bahsedeceğim için ilk görüşte fiziksel görünümünü anlatmam ve karakter değerlendirmesini yapmam uygunsuz kaçmaz diye düşünüyorum.
Boyu ortalamanın üstündeydi, biraz öne doğru eğilmişti. Orta yaşlı, yakışıklı bir adamdı. İnsanı iten bir tarafı yoktu; aksine güler yüzlü biriydi. Hem yüzü, hem de ses tonu çekici bir adamdı. Bu güzel niteliklerin hepsini bünyesinde toplamıştı. Neler yapabileceğimize, ne tür işlere alışkın olduğumuza, onunla yaşamayı isteyip istemeyeceğimize, bizi alsa uslu durup durmayacağımıza benzer sorular sorarak aramızda biraz dolaştı.
Biraz incelemeden ve fiyatlarla ilgili muhabbetten sonra Freeman’a benim için bin, Harry için dokuz yüz, Eliza için de yedi yüz dolar teklif etti. Çiçek hastalığı mı değerimizi düşürmüştü, yoksa başka bir şey mi Freeman’ın benim için uygun gördüğü ilk fiyattan beş yüz dolar aşağısına tav olmasını sağlamıştı bilemiyorum. Her neyse, biraz kurnaz kurnaz düşündükten sonra teklifi kabul ettiğini söyledi.
Bunu duyan Eliza, yine sancılandı. Zaten hastalık ve üzüntüden bitkin düşmüş, gözlerinin feri iyice sönmüştü. Takip eden sahneyi sessizce atlayıp geçsem ne güzel olurdu. Hiçbir dilin anlatmaya yetmeyeceği kadar acıklı ve etkileyici bir sahneydi bu. Ölmüş çocuklarının yüzünü son kez öpen anneler gördüm; mezarlarına toprak atılırken yavrularının sonsuza uğurlanışını izleyen anneler gördüm ama hiç Eliza’nın Emily’den ayrıldığı zamanki yoğunlukta, öylesine ölçüsüz, uçsuz bucaksız keder görmemiştim. Kadınlar kısmından ayrılıp Emily’nin olduğu yere koştu ve onu kollarına aldı. Çocuk bir tehlikenin geleceğini hissetmiş gibi, içgüdüsel olarak ellerini annesinin boynuna sardı ve küçük kafasını onun göğsüne bastırdı. Freeman sertçe sessiz olmasını söyledi ama o aldırış etmedi. Adam Eliza’yı kolundan tuttu ve vahşice onu kendisine doğru çekti ama kadın kızına daha sıkı sarıldı. Sonra ona küfürler yağdırıp öyle insafsızca vurdu ki kadın arkaya doğru sendeleyip düşecek gibi oldu. Ah! İşte o zaman ayrılmamaları için öyle yürek parçalarcasına yalvarıp dilendi ki! Neden birlikte satın alınamazlardı? Neden yavrularından biriyle beraber olmasına izin verilmiyordu? “Merhamet gösterin, merhamet gösterin efendim!” diye dizlerinin üstüne kapaklanıp ağladı. “Lütfen efendim, Emil’yi almayın!” Onu benden ayırırsanız tekrar çalışamam, ölürüm.”
Freeman tekrar araya girdi ama Eliza onu umursamayıp ısrarla yalvarmaya devam ediyordu: Randall zaten onun elinden alınmıştı, onu bir daha göremeyecekti, bu korkunç bir şeydi. Tanrım! Onu; gururu, tek sevgilisi, annesi olmadan yaşayamayacak kadar küçük olan Emily’sinden ayırmak çok acı, çok zalimce bir şeydi!
Bu kadar yalvarıp yakarmadan sonra Eliza’nın alıcısı, etkilenmiş olacaktı ki, bir adım öne çıkıp Freeman’a, Emily’i alacağını söyleyip fiyatını sordu.
“Fiyatı ne mi? Onu satın almak mı?” diye karşılık verdi Theophilus Freeman. Sonra kendi sorusunu yanıtlarcasına ekledi: “Onu satmıyorum. Satılık değil.”
Adam o kadar küçük yaşta birine ihtiyacı olmadığını, onun kendisine kâr sağlamayacağını ama annesi onu çok sevdiğinden, ayrıldıklarını görmektense kız için iyi bir ücret ödeyebileceğini söyledi. Ama onun bu insani teklifine Freeman’ın kulakları tamamen kapalıydı. Onu şu anda hiçbir şekilde satmaya yanaşmıyor, birkaç yıl sonra ondan kazanacağı öbek öbek para olduğunu söylüyordu. New Orleans’ta Emily gibi özel, güzel, süslü bir parçaya beş bin dolar verecek yeterince adam olduğunu dile getiriyordu. Hayır, hayır, onu şu anda satamazdı. O bir güzellik, bir resim, bir bibloydu. O normal ırktan bir insandı; kalın dudaklı, aptal, pamuk toplayan zencilerden değildi. Öyle olsaydı Freeman ölü sayılırdı.
Eliza, Freeman’ın Emily’den ayrılmama konusundaki kararlılığını duyunca çılgına dönmüştü.
“Onsuz bir yere gitmem. Onu benden alamazlar!” diye feryat etti. Yakınmaları, Freeman’ın ona sessiz olmasını söyleyen yüksek ve öfkeli sesine karışıyordu.
Bu esnada Harry ile ben bahçeye gidip battaniyelerimizle döndük ve ayrılmak üzere ön kapıda beklemeye koyulduk. Alıcımız, Eliza’ya o kadar üzülmesine karşın onu satın aldığı için pişman olmuş gibi bir hali vardı. Bize yakın duruyordu. Nihayetinde sabrı tükenen Freeman, sımsıkı sarılan Emily ve annesini var gücüyle birbirlerinden ayırana kadar bekledik.
Annesi öne doğru hunharca itilirken çocuk, “Beni bırakma anne, beni bırakma!” diye çığlık atıyordu. “Beni bırakma, geri gel anneciğim!” diye ağlamaya devam ederken küçük kollarını yalvarırcasına ona doğru uzatıyordu. Ama ağlaması boşunaydı. Kapıdan dışarı, sokağa doğru iteklendik. Hâlâ annesine seslenişini duyuyorduk: “Geri gel anne, beni bırakma, geri gel anneciğim!” Bebek sesi azaldı, azaldı ve en nihayetinde araya mesafe girince tamamen duyulmaz oldu.
Eliza bundan sonra Emil’yi de, Randall’ı da ne gördü, ne de duydu. Ama ikisi de gece gündüz aklındaydı. Pamuk tarlarında, kulübede, her yerde ama her yerde onlardan bahsediyor, sanki beraberlermiş gibi onlarla konuşuyordu. Sadece o hayaller alemine gittiğinde ya da uyuduğunda rahatlayabiliyordu.
Daha önce söylediğim gibi, o sıradan bir köle değildi. Sahip olduğu zekaya, birçok konuya ilişkin genel kültürü eklemişti. Onun baskılanmış sınıfına nadiren tanınan ayrıcalıklara nail olabilmişti. Daha üst insanların hayat standardına yükseltilmişti. Uzun yıllar kendisine ve çocuklarına tanınan özgürlük, gece ve gündüz yolunu aydınlatmıştı. Esaret çölündeki yolculuğunda, Pisgah eyaletinin zirvesine çıkıp “vaat edilmiş ülkeyi” görmüştü. Hiç beklenmeyen bir anda hayal kırıklığı ve umutsuzlukla dolup taşmıştı. Özgürlüğün görkemli görüntüsü, onu esarete sürdüklerinde görüş alanından yavaş yavaş uçup gitmişti. Ama şimdi “geceleyin acı acı ağlıyor, yanaklarında gözyaşı; dostları ona hainlik etti, düşman oldu.4”
Eliza’nın son yavrusundan ayrılışı
7. Bölüm
New Orleans köle hücresinden çıktıktan sonra, ağlayıp geri gitmek isteyen Eliza’yı Freeman’ın adamları sürüklerken Harry ve ben de yeni efendimizi sokaklarda