“Demek ki sen bana bakıp onu görüyorsun!”
Ve iki uzun öpücük arasında ekledi.
“Ben sana bakıp onu unutmak istiyorum. Buna inanmalısın!”
Tam bu sırada kilerci kadın içeri girdi, sofra kurmaya girişti. Mahidevran, yine ümitsizlikle ümit arasında sallanıyordu. Fakat yemekten sonra ümit yıkıldı, hayal kırıklığı başladı. Çünkü Hünkâr, “İşim var, artık ayrılalım,” deyip dairesine çekilivermişti.
Bu görüşmenin, bu baş başa kalışın son olduğunu tahmin etseler acaba böyle mi ayrılırlardı?
ATEŞ HATTINDA AŞK
Artık o isim, Hürrem ismi, âşık Padişahın ağzında efsunlu bir meze, bir çerez halini almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.
Sadrazam Piri Paşa, yer öpüp geri çekildi. Hünkârın yüzünü biraz solgun gördüğü için endişelenmişti. Önüne bakar gibi davranarak gizlice bu soluk yüzün sakladığı düşünceleri araştırıyordu. Süleyman, uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, odanın bir kenarında serili duran Bursa ihramını gösterdi.
“Otur, Lala,” dedi, “Ayakta durma.”
Piri Paşa, yere kadar eğildi ve telaşla cevap verdi.
“Estağfurullah, Efendim. Kul haddini bilir.”
“Uzun etme Lala, otur. Çünkü konuşmamız hayli uzun sürecek. Yorulur, rahatsız olursun.”
Sadrazam bu sefer, “El’emrü fevkal edeb,” dedi, işaret olunan yere oturdu ve Hünkârın sorduğu soru üzerine anlatmaya koyuldu.
“Kurtoğlu, Rodos işini dilinden düşürmez oldu, hakkı da yok değil. Mısır ’a gidip gelecek gemilerimizin güvenliği için adanın alınması gerek.”
Hünkâr, Sadrazamın sözünü kesti.
“Eski hıncı çıkarmak için de bu işi başarmak lazım.”
“Doğrudur, Şevketli Hünkâr. Hınç meselesi de var. Fakat biz, öç almak için değil, Akdeniz’i de Türk yapmak için Rodos’a el atmak isteriz. Şövalyeler yol kesenlik ediyor, şu koyda, bu koyda pusu kurup silahsız yolcuları yakalıyor, küreğe koyuyorlar. Hainlerin elinde binden fazla tutsak bulunduğunu sanıyorum. Onlar, bizim yardıma koşmamızı bekliyor.”
“İyi ya, hemen yürüyelim. Ne bekliyoruz böyle?”
“Kurtoğlu kulun da öyle diyor. Vezir Mustafa kölense oturamaz oldu, elinden gelse tek başına Rodos’a koşacak.”
Hünkârın kaşları çatıldı.
“Ben de telaş içindeyim, bir an önce savaşa girişmek istiyorum. Fakat sen, yalnız sen, bıyık falından ayrılmıyorsun.”
“Merhamet buyur Hünkârım, celallenme. Olay büyüktür, düşünmek ve çok düşünmek ister. Makamı cennet olsun, pederiniz merhum gibi bir sahipkıran, Rodos üzerine yürümeyi ağırdan aldı, acele eylemedi. Ben kulun o zaman Kurtoğlu gibi, Mustafa Paşa gibi davranıyordum, hemen yürüyelim diyordum. Merhumdan kötü söz işittim. Ancak o haklıydı, biz kısa düşünüyorduk.”
Ve önemli bir hatıranın zihninde kımıldanmasıyla kendinden geçmiş gibi sesi değişe değişe anlattı Sadrazam.
“Rahmetli Efendimin emriyle yüz elli gemi yapmaya başlamıştık. Yüz kadırga da hazırdı, Hünkârın küçük bir işaretini bekliyordu. Orduyu da hemen sefere çıkacak hâle koymuştuk. Merhum, bu durumda bir gün bizi huzuruna çağırttı, sordu.
‘Beni Rodos’a götürmek istiyorsunuz, değil mi?’
Ben, sevine sevine cevap verdim.
‘İznin olursa öyle, Hünkârım.’ ‘Peki, ne kadar barutunuz var?’ ‘Dört ay sürecek bir muhasaraya yeter miktarda!’ ‘Bu kadar barutla Rodos alınmaz. Siz ata gemsiz binen, yola azıksız çıkan gafillersiniz. Benim de alnıma kir süreceksiniz. İlkin hazırlığınızı tam yapın, sonra orduyu sefere sürün.’”
Piri Paşa, Yavuz’la yapılan bu konuşmayı aktardıktan sonra, o günün hâlâ yaşayan utancını silmek ister gibi elini alnına götürdü.
“İşte,” dedi, “bu söz bana ders oldu. Bol gemi, bol barut, bol azık sağlamadıkça, adayı alacağımıza inanç getirmedikçe bu yaman işe el vurmayı doğru bulmuyorum.”
Süleyman sinirlenmişti. İhtiyar vezirin ağırdan alma ve tedbir tavsiye eden sözlerinden huylanmıştı. Onun Rodos işini başarılması çok güç bir iş şeklinde tasvir etmesi, aynı zamanda gururuna da dokunuyordu. Bu sebeple hırçınlaştı.
“Kanın sulanmış,” dedi, “eski ataklığın kalmamış. Fakat ben henüz gencim, atılganım. Böyle de olmasam Rodos’un Belgrad’dan daha sarp olmadığını biliyorum. Orada Macarları nasıl yendiysem, burada da şövalyeleri berbat edeceğime eminim.”
Ve yerinden fırladı, Piri Paşa’yı da sıçrattı.
“Rodos’ta binden fazla Türk’ün küreğe konduğunu söyleyen sensin. Onların daha birçok günler inlemesini isteyen yine sensin. Bu ne hâldir, ne çirkin duygusuzluktur? Bin Türk zincirde inlesin de sen sarayında güle güle yatasın, öyle mi? Ayıptır Lala, ayıp. Sana yakışan, küreğe konmuş Türklerin her biri için bir Rodos yıkmaktır. Şövalyelerin Rodos’unu korumak değil.”
Oda içinde geziniyor, homurdanıyor, eliyle koluyla bir takım işaretler yapıyordu. Piri Paşa, Fatih’in mağlup olduğu ve Yavuz’un gitmek istemediği bir yere esaslı ve etraflı hazırlıklar yapmadan koşmak hevesi içindeki genç Hünkârın sinirlerini yatıştırmak için ter döke döke bir çare araştırırken, o, ansızın durdu.
“Belgrad dönüşünde ve yarı yolda oğlum Murat’ın öldüğünü duydum, İstanbul’a yaklaşınca bir kızımın toprağa verildiğini işittim. Saraya adım atınca büyük Şehzadem Mahmut’un cenazesiyle karşılaştım. Fakat bu üç ölüm senin şu durumun kadar yüreğimi yaralamadı. Sen bana bu kafayla mı hizmet edeceksin?”
Piri Paşa kekeledi.
“Durumu inceleyelim demek istedim. Yanlış anlamayın Hünkârım.”
“Durumu incelemek mi? Sen yalnız korkak değilsin, ahmaksın da. Çünkü benim uluorta hareket ettiğimi sanıyorsun. Acaba ben çürük tahtaya basar mıyım, benden evvelkilerin başaramadıkları bir işe el vururken kör gibi davranır mıyım? Senin inceleyelim dediğin durumu ben didik didik ettim, özüne kadar inceledim. Rodos’a gitmek istiyorsam kazanacağımı bildiğimdendir. Kale beni bekliyor!”
Piri Paşa bu sözlerin neye dayandığını anlamaya savaşırken, Hünkâr, koynundan bir tomar kâğıt çıkardı.
“Bak,” dedi, “Hekim Salamon’la Almaral ne yazıyorlar?”
Sadrazam şaşkın bir aceleyle kâğıtlara el uzattı ve korkak korkak mırıldandı.
“Bu adamları ben kulun tanımıyorum, adlarını yeni duyuyorum.”
“Çünkü uyuyorsun, çünkü seferin yalnız barut işi olduğuna inanmışsın.”
Ve Hünkâr, çok şeyler bilen bir adam gururuyla anlattı.
“Salamon, Rodos’un gözü açık, kulağı delik hekimlerindendir. Almaral, şövalye tarikatının başkanıdır; asıl adı Andre’dir ama Almaral diye anılıyor. Bunlar, benim Rodos’u şövalyelere bağışlamayacağımı senden daha iyi anladıkları için hizmetime can atıyorlar, kale hakkında mükemmel bilgi veriyorlar ve oraya bir an önce varmam için yalvarıyorlar.