“Odana gideceksin, fakat akşama yine gelmek için!”
“Sizden koca bir gün ayrı kalacağım ya. Yeter bu acı bana!”
“Ben yüreğinde değil miyim? Niçin ayrılmış olalım?”
“Ben de sizin yüreğinizde olmalıyım ki üzülmeyeyim.”
“Bu böyledir Hürrem. İnan ve üzülme.”
“Beni avutuyorsunuz Efem. Yüreğinizde hasekiler var. Onlar bana yer verirler mi hiç?”
“Aldanıyorsun yavrum. Ben hasekilere şu odada yer verdim ama yüreğime girmelerine izin vermedim.”
“Odanıza giren yüreğinize de girebilir.”
“Şimdiye kadar giremediler, yine giremezler.”
“Buna inanamıyorum, korkuyorum Efem.”
“Seni nasıl inandırayım. Onu da söyle, sıkılma.”
“Beni onlardan ayırt ederek!”
“İşte ayırt ettim, seni yüreğime soktum.”
“Teşekkür ederim. Fakat yüreğinize girdiğimi ben bile görmüyorum. Başkaları nice görür?”
“Nasıl gösterelim bunu?”
“Kimseye yapmadığız lütfü bana yaparak.”
Ve Süleyman’ın ellerine yapıştı, uzun uzun öptükten sonra cesur bir hamleyle fikrini büsbütün açığa vurdu.
“Beni halayık adından kurtar Efem! O vakit aşkın yalnız sevinç değil, saadet de getirdiğine inanırım.”
Kız, kendini azat ettirmek istiyordu; halayık adından kurtulmak için bundan başka çare yoktu. Fakat Hürrem için bin köle ve bin halayık azat etmeyi seve seve kabul edecek Padişah, onun bu dileğine uluorta onay veremezdi. Çünkü azat edilmiş bir halayığın gözde mevkiinde kalması mümkün değildi. Azat olmak, hürriyete kavuşmak demekti. Hür kadınların ise, meşhur medrese tabirini kullanalım, odalık yapılmaları caiz olmazdı ve bu gibiler ancak nikâhlanabilirlerdi.
Hünkâr, tamamıyla kendinin olmak veya tamamıyla kendisinden uzaklaşmak isteyen Hürrem’in şu dileğini ret de edemiyordu, kabul de. Reddederse onu kendi sevgisinden şüpheye düşürmüş ve üzüp incitmiş olacaktı. Kabul ettiği takdirde yıllardan beri devam edegelen bir gelenek yıkılacak ve sarayda “hak” sahibi bir adam vücut bulacaktı!
Süleyman, bu vaziyette savsaklama yolunu tuttu, kendine aşkın bütün zevklerini vaat eden kadını oyalamak istedi.
“Yavrum,” dedi, “telaş etme, sabırlı ol. Her şeyin çıkar bir yolu vardır. Bir gün, hayırlısıyla, ana olursun, bana senin gibi güzel çocuklar yetiştirirsin. O vakit yakışık alır, dediğin kolayca yapılır.”
Hürrem, ayak dirediği hâlde Hünkârı hiç olmazsa üzeceğini sezdi ve onun ellerini bırakıp ayaklarına sarıldı.
“Sizi,” dedi, “sınamak istemiştim. Şimdi inandım ki beni seviyorsunuz. Sözünüzde, hâşâ, durmazsanız da gam değil. Bana sizin halayığınız olmak, başkalarına sultanlık yapmaktan çok daha şerefli bir nimettir.”
Biraz sonra o, kendi odasına çekilmişti. Hünkâr da anasının yanına giderek şu açıklamada bulunuyordu.
“Hürrem’e bir gerdanlık, bir çift bilezik, üç yüzük vereceksiniz. Bunlar, hazinemizin en parlak elmaslarından seçilecektir. Onun hizmetine altı halayık, altı köle ayıracaksınız. Sizden sonra sarayda söz, Hürrem’indir. Bir dediği iki olmayacak, ne dilerse yapılacak!”
Hafsa Sultan, sabaha kadar uyku yüzü görmeyen gözlerini süze süze sordu.
“Hürrem sıraya da girecek mi?”
“Hayır, valide, girmeyecek. Çünkü gözdelerin nöbetini kaldırdım. Gece hizmetimi yalnız Hürrem görecek. Öbürleri dinlensinler artık.”
“Ya Mahidevran?”
“Şimdilik o da oğluyla oyalansın!”
Hafsa gülümsedi.
“Küçüğü çok beğenmişe benziyorsun. Onun gözünü açan, ağzına dil koyan ben olduğum için kendisinden hazzetmen hoşuma gider elbet. Hatta bir densizlik eder de canını sıkar, emeklerim boşa gider diye bu gece gözüme uyku girmedi. Fakat sen padişahsın, o kul cinsi! Bu ayrı gayrılığı unutma, ölçülü davran. Çok sevsen bile az sever görün. Böyle yaparsan ona da iyilik etmiş olursun. Çünkü bugün taç, yarın pabuç olmak bir kadını öldürür Aslanım.”
Hünkâr, anasının karışık düşüncelere ve duygulara tercüman olan şu öğüdünü geniş bir tebessümle karşıladı.
“Valide,” dedi, “sen Havva anamızın hikâyesini bilirsin. O, şeytan şerrine uğradı, Âdem babamızı cennetten çıkardı. Bizim Hürrem, Havva kadar güzel ama yaptığı iş başka. Çünkü beni cehennem sıkıntısı vermeye başlayan hasekilerden kurtarıyor, yeni bir cennete sokuyor. Dünden beri cennetteyim, beni oraya ulaştıran da Hürrem’dir. Böyle bir kılavuza eskimiş cananlar değil, can feda, cihan feda!”
Hafsa Sultan, kendi eliyle yetiştirdiği, dillenip güzelleşmesi için emekler sarf ettiği kızın bu kadar sevilmesinden, yine kendi iktidarı için tehlike sezinledi ve şaka yapar gibi görünerek endişesini açığa vurdu.
“Aman Aslanım, bu ne ateşleniş böyle. Sözlerini dinlerken içime korku çöküyor. Seni cennete sokan melek, bir gün beni senden ayrı düşürmek isterse hâlim nice olur?”
Hünkâr sürekli bir kahkaha savurdu, anasının omuzlarını okşadı.
“Melekler arasında gelinlik, kaynanalık yoktur valide. İkiniz kolay uyuşursunuz.”
Yirmi yedi yıl süren hasekilik hayatında eşi ve efendisi olan Yavuz Sultan Selim’in yüzünü belki yirmi yedi kere görmemiş ve hele oğlunun Hürrem’e gösterdiği ilginin binde birini o sert adamın ağzında bulmamış olan eski gözde ve güzel Hafsa, hayran hayran bakınırken genç Hükümdar yürüdü, salondan çıktı. Hasodabaşı İbrahim’i bulmaya ve saadetini ona da hikâye etmeye gidiyordu.
Şimdi Valide Sultan, emeklerinin ödülünü Hürrem’in dudaklarından almak, onu geçirmekte olduğu rüyadan ayırarak ayaklarına kapandırmak istiyordu. Kendince bu, gerekli bir işti. O, Osmanlı Sarayı’nda esir bir kadına verilebilecek mutlulukların en büyüğüne kavuşan Hürrem’e, bu saadeti kendisinin ihsan etmiş olduğunu belli etmek ve aynı zamanda, gözde olmakla Valide Sultana halayıklık etmekten kurtulamayacağını anlatmak kaygısını güdüyordu. Kızın gerdekten çıkar çıkmaz kendi yanına gelmemesine, etek öpüp şükranını sunmamasına zaten mim koymuştu. Bu kayıtsızlığı biraz acı biçimde tamir ettirecek ve sonra oğlunun yeni gözdeye verilmesini emrettiği elmasları, halayıkları, köleleri kendisinin bahşişleri olarak ona sunacaktı.
Bu düşünceyle odasına bir kız yollayıp Hürrem’i çağırttı. Fakat Rus Halayığın daha önce edilen davet üzerine Mahidevran’ın dairesine gittiğini haber alarak şaşırdı. Haseki, bu yeni rakibini niçin çağırtmıştı ve onunla neler konuşmak istiyordu?
Valide Sultan derin bir merakla bu noktayı tahmin etmeye savaşır ve Hürrem’i Mahidevran’ın odasından getirmenin uygun olup olmadığını kestirmeye çalışırken başka bir kız koşarak geldi.
“Efem,” dedi, “Hasekinin odasında kan gövdeyi götürüyor. Hürrem’le o, saç saça, baş başa geldiler, dalaşıyorlar. Sultanım lütfedip görünmezse birinden biri ölecektir. Şimdiden ortada kan var!”
Hafsa, ilkin şaşırdı, sonra kendini topladı; “it dişi, domuz derisi,”