“Size bundan kendisi mi bahsetti?”
“Onunla birlikteydim o gün.”
“Palme ile buluştuğu zaman mı?”
“O gün onun şoförüydüm, diyebiliriz. Dışarıda arabada oturup onu bekledim; üniforması içinde, üstünde koyu renk bir paltoyla, saraydan sonra ülkedeki en üst düzey işlerin görüldüğü binanın ana kapısından içeri girip gözden kayboluşunu izledim. Görüşmeleri yaklaşık yarım saat sürdü. On dakika sonra polisin biri camımı tıklatıp, indirme bindirme yapılabileceğini ama park etmenin yasak olduğunu söyledi. Camı indirip ona içeride başbakanla önemli görüşmesi olan birisini beklediğimi ve hiçbir yere gitmeye niyetli olmadığımı söyledim. Bunun üzerine beni rahat bıraktılar. Håkan nihayet geldiğinde alnı boncuk boncuk ter içindeydi.”
Hiçbir şey konuşmadan oradan uzaklaşmışlardı.
“Buraya geldik,” dedi Sten Nordlander. “Tam da bu masaya oturmuştuk. Arabadan indiğimizde kar yağmaya başlamıştı. O sene Stockholm’de beyaz bir Noel yaşamıştık. Yeni yıl akşamına kadar kar kalkmamıştı. Sonra yağmur yağdı.”
Marie elinde kahve demliğiyle geri geldi. Bu kez ikisi de fincanlarını doldurdu. Sten Nordlander İsveç’te yaygın olan usulle bir yudum kahve almadan önce ağzına bir küp şeker atarken Wallander onun dişlerinin takma olduğunu fark etti. Bunu görmek onun birkaç saniye kendisini kötü hissetmesine neden olmuştu, kendisi de diş hekimine daha sık gitmeliydi.
Sten Nordlander’in anlattıklarına bakılırsa von Enke ona Olof Palme ile toplantısını bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı. İyi karşılanmıştı. Palme onun askerlik kariyeriyle ilgili birkaç soru sormuş, sonra da kendi yedek subaylık günlerine dair kara mizah bir iki espri yapmıştı. Palme, von Enke’nin söylediklerini ilgiyle dinlemişti ve dinlediklerinin anlamı çok açıktı. Von Enke’nin kendi üsleriyle, yani İsveç Genelkurmay Başkanlığı ile olan ilişkisine gelince, von Enke var olan hiyerarşiyi bozmuş oluyor, Başbakan’la kendi inisiyatifiyle görüşmekle, genelkurmay başkanlığı ve personeliyle arasındaki bütün köprüleri atmış oluyordu. Artık geri dönüş yoktu. Bütün bu olanlar hakkında neler düşündüğünü birilerine anlatmak zorunda hissediyordu kendini. “Asıl konuya girmeden, yaklaşık on dakika kadar konuşmuşlar, Palme de anlattıklarını dinlemiş,” dedi Nordlander, “Ağzı bir karış açık, başından sonuna kadar gözünü kendisinden hiç ayırmadan. Sonunda von Enke eleştirilerini sıralayıp bitirdikten sonra, Palme kendi sorularını yöneltmeden önce biraz düşünmüş. İlk olarak denizaltının Varşova Paktı ülkelerinden birine ait olduğunun, ordu tarafından kesin olarak tespit edilip edilmediğini bilmek istemiş.” Nordlander anlatmaya devam ediyordu. “Bu soruya Håkan yine bir soruyla cevap vererek, ‘Başka nereden gelmiş olabileceğini’ sormuş. Palme cevap vermeyip sadece ciddi bir ifadeyle başını iki yana sallamış. Håkan, vatan hainliğinden, durumun askerî ve siyasi bir skandal olduğundan dem vurmaya başlayınca Palme onun sözünü kesmiş ve bu konunun Başbakan ile özel bir görüşme sırasında değil çok başka şekilde irdelenmesi gerektiğini belirtmiş. Görüşme buraya kadardı. Bir sekreter usulca başını içeri uzatmış ve ona diğer randevusunun başlamak üzere olduğunu hatırlatmış. Håkan dışarı çıktığında terlemiş bir hâldeydi ama aynı zamanda rahatlamıştı. Palme’nin kendisini dinlediğini söylüyordu. İçine umut dolmuş ve işlerin artık yoluna girmeye başlayacağına inanmıştı. Håkan’ın vatan hainliğinden neyi kastettiğini başbakan mutlaka anlamıştı. Savunma bakanını ve genelkurmay başkanını sıkıştıracak ve onlardan bir açıklama isteyecekti. Kafesin kapısını açıp denizaltının kaçmasına kim sebep olmuştu? Hepsinden önemlisi, neden böyle yapmıştı?”
Sten Nordlander saatine göz attı.
Wallander kısa bir sessizlikten sonra sordu. “Ondan sonra neler oldu?”
“Noel zamanıydı. Birkaç gün hiçbir şey olmadı ama Yeni Yıl arifesinde Håkan apar topar genelkurmay başkanlığına çağrıldı. Üslerini hiçe sayıp Olof Palme ile buluşma konusunda kendi başına hareket ettiği için sert bir fırça yedi ama kendi başına hareket eden bir deniz subayıyla asla görüşmemesi gerektiği için asıl fırçayı başbakanın yediğini anlayacak kadar zekiydi Håkan.”
“Fakat Håkan araştırmalarına devam etmiş olmalı? Herhâlde pes etmemiştir, fırça yemiş olmasına rağmen?”
“Araştırmaya hiç son vermedi. Yirmi beş yıldır.”
“Siz onun en yakın arkadaşısınız. Aldığı tehditlerden size bahsetmiş olmalı.”
Nordlander başını salladı ama cevap vermedi.
“Ve şimdi de kayboldu.”
“Öldü. Biri onu öldürdü.”
Karşılık birden ve kesin bir ifadeyle gelmişti. Nordlander Håkan’ın ölmüş olduğu sanki belliymiş gibi konuşuyordu.
“Nasıl böyle emin olabiliyorsunuz?”
“Bunda tereddüde düşecek ne var?”
“Kim öldürdü peki? Ve neden?”
“Bilmiyorum; ama belki de çok tehlikeli olmaya başlayan bir şeyler biliyordu.”
“O denizaltılar İsveç sularına gireli neredeyse yirmi beş yıl oluyor. Bunca yıl sonra tehlikeli ne olabilir? Tanrım. Sovyetler Birliği artık yok. Berlin Duvarı yıkıldı. Ya Doğu Almanya? Hepsi geride kalmış bir döneme ait artık. Birdenbire ortaya nasıl korkunç bir şey çıkmış olabilir ki?”
“Bizler her şeyin bittiğini, son perdenin indiğini düşünüyoruz ama belki de sadece birileri kulise geçip kostüm değiştirmiştir. Repetuar belki farklıdır ama hepsi yine aynı sahnede oynanır.”
Sten Nordlander ayağa kalktı.
“Bir başka gün devam ederiz artık. Eşim evde beni bekliyor.”
Arabasıyla Wallander’i oteline bıraktı. Ayrılmadan önce Wallander bir şey daha sormak istediğini fark etti.
“Håkan’a gerçekten çok yakın olan başka biri daha var mıydı?”
“Håkan’a kimse çok yakın değildi. Louise dışında, belki. Yaşlı deniz kurtları genellikle mesafeli insanlardır. İçe dönüktürler. Aslında ben de ona çok yakın değildim. Yakın-gibi olduğumuz söylenebilirdi.”
Wallander Nordlander’in bir sebepten dolayı tereddüt içinde olduğunu görebiliyordu. Söyleyecek miydi, yoksa söylemeyecek miydi?
“Steven Atkins,” dedi Nordlander. “Amerikalı bir denizaltı kaptanı. Ondan bir yaş veya daha küçük. Sanırım seneye yetmiş beş olacak.”
Wallander not defterini çıkarıp ismi yazdı.
“Bir adres var mı?”
“Kaliforniya’da yaşıyor, San Diego’dan fazla uzak değil. Eskiden Groton’da görev yapardı, büyük deniz üssünde.”
Wallander Louise’in neden Steven Atkins’ten bahsetmediğini merak etti ama şimdi bu konuyla Nordlander’i oyalamak istemiyordu; adamın acelesi var gibiydi, motora gaz verip duruyordu.
Wallander pırıl pırıl parlayan arabanın yokuşta gözden kayboluşunu izledi.
Sonra da odasına çıkıp dinlediklerini düşünmeye başladı. Håkan von Enke’den hâlâ bir iz yoktu ve problemi çözmeye bir adım bile