“Size bir şey sormayı unuttum,” diye özür diledi Wallander. “Hålén’in Rosengård’a ne zaman taşındığını bilmem gerekiyor.”
“Hansson’u kastediyorsunuz,” dedi kadın. “Gidip bakayım.”
Bu sefer çok daha hızlıydı.
“1 Ocak 1962’de taşındığı yazıyor.”
“Daha önce nerede yaşıyormuş?”
“Bilmiyorum.”
“Bu bilginin sizde mevcut olduğunu sanıyordum?”
“Yurt dışı olarak kayıt altına alınmış. Nerede olduğu hakkında bilgi yok.”
Wallander ahizede başıyla onayladı.
“O zaman tamam. Sizi bir daha rahatsız etmeyeceğim.”
Notlarına döndü. Hansson, 1962’de bilinmeyen bir yabancı yerden Malmö’ye taşınır ve aynı zamanda adını değiştirir. Birkaç yıl sonra Arlöv’de bir kadınla ilişkiye başlar. Birbirlerini daha önceden tanıyorlar mıydı, bilmiyorum. Birkaç yıl sonra da kadın öldürüldü ve Hålén intihar etti. Bunun hangi sırayla gerçekleştiği net değil. Ama Hålén kendini öldürdü. Bir bahis kuponu yaptıktan ve kapısına fazladan bir kilit taktırdıktan sonra. Tabii bir de birkaç değerli taşı yuttuktan sonra.
Wallander yüzünü ekşitti. Nasıl devam etmesi gerektiğini bulamamıştı. Bir insan neden adını değiştirir, diye düşündü. Kendini görünmez kılmak için mi? Hiç bulunmak istemediği için mi? Kimse geçmişini veya kim olduğunu öğrenmesin diye mi?
Sen kimsin ya da neydin?
Wallander bunu düşündü. Hålén’i kimse tanımıyordu. Bir münzeviydi. Ancak Anders Hansson adında bir adamı tanıyan insanlar olabilirdi. Peki onları nasıl bulacaktı?
O anda, bir önceki yıl yaşadığı ve bir çözüm bulmasına yardımcı olabilecek bir şey hatırladı. Vapur iskelesinin yanında sarhoşlar arasında kavga çıkmıştı. Wallander anonsa yanıt verip kavgayı ayırmaya giden devriyelerden biriydi. Kavgaya karışanlardan biri Holger Jespersen adında Danimarkalı bir denizciydi. Wallander istemeyerek de olsa kavgaya sürüklendiği izlenimini edinmiş ve üstlerine de bunu anlatmıştı. Jespersen’in hiçbir şey yapmadığı ve diğerleri yakalanırken kavgayı çıkaran adamın serbest kalmasına izin verildiği konusunda ısrar etmişti. Daha sonra Wallander her şeyi unutmuştu.
Ancak birkaç hafta sonra Jespersen aniden Rosengård’daki kapısının önünde belirmiş, yardımlarından dolayı teşekkür etmek için ona bir şişe Danimarka aquaviti vermişti. Wallander, Jespersen’in onu nasıl bulduğunu asla bulamamıştı. Ama onu içeri davet etmişti. Jespersen’in alkolle sorunları vardı ama sadece zaman zaman. Genellikle çeşitli gemilerde mühendis olarak çalışırdı. İyi bir hikâye anlatıcısıydı ve son elli yılın tüm Kuzeyli denizcilerini tanıyor gibiydi. Jespersen denizde değilse eğer akşamlarını genellikle Nyhavn’da bir barda geçirdiğini söylemişti. Ayık olduğu zamanlarda hep kahve içerdi. Aksi takdirde bira içerdi ama hep aynı yerde.
Wallander şimdi onu düşünmeye başladı. Jespersen bilir, diye düşündü. Bilmiyorsa bile bir tavsiyede bulunabilirdi.
Wallander kararını çoktan vermişti. Jespersen’in Kopenhag’da olduğunu ve içki alemlerinden birinin ortasında olmadığını umdu. Saat henüz üç olmamıştı. Wallander günün geri kalanında Kopenhag’a gidip geri dönebilirdi. Emniyetteki yokluğu fark edilmiyor gibiydi. Ama geniş boğazı geçmeden önce bir telefon görüşmesi yapması gerekiyordu. Sanki Kopenhag’a gitme kararı ona gerekli cesareti vermiş gibiydi. Mona’nın çalıştığı kuaförün numarasını çevirdi.
Telefona cevap veren dükkânın sahibi, Karin adında bir kadındı. Wallander onunla birkaç kez karşılaşmıştı. Sırnaşık ve her şeye burnunu sokan biri olduğunu düşünmüştü ama Mona iyi bir patron olduğunu söylüyordu. Ona kendini tanıtıp Mona’ya bir mesaj iletmesini istedi.
“Onunla kendin konuşabilirsin,” dedi Karin. “Elimde iş var, çalışıyorum.”
“Bir toplantıdayım,” dedi Wallander, meşgul olduğu izlenimini vererek. “Onu bu gece saat onda arayacağımı söyleyin yeter.”
Karin mesajı ileteceğine söz verdi.
Daha sonra Wallander bu kısa konuşma sırasında terlediğini fark etti, yine de başardığı için mutluydu.
Sonra emniyetten ayrılıp saat üçte kalkan deniz otobüsünü yakalamayı başardı. Bu yılın başlarında sık sık Kopenhag’a gitmişti. Başlarda yalnız gitmişti, sonra da Mona’yla gitmeye başlamıştı. Malmö’den çok daha büyük olan bu şehri seviyordu. Bazen merak ettiği bir opera sahnelendiğinde Det Kongelige Tiyatrosu’na da giderdi.
Deniz otobüslerinden pek hoşlanmıyordu. Yolculuk çok hızlı geçiyordu. Eski feribotlar ona İsveç’le Danimarka arasında gerçekten uzun bir mesafe olduğu hissini daha çok veriyordu, boğazı geçtiğinde yurt dışına seyahat ettiğini hissediyordu. Kahvesini içerken camdan dışarı baktı. Bir gün muhtemelen buraya bir köprü yapacaklar, diye düşündü. Ama büyük ihtimalle o günleri görecek kadar yaşayamayacağım.
Wallander, Kopenhag’a vardığında hava yeniden çiselemeye başlamıştı. Tekneyle Nyhavn’a geçti. Jespersen her zaman takıldığı meyhanenin nerede olduğunu söylemişti. Wallander yarı karanlığa adımını atarken biraz heyecanlanmıştı. Dörde çeyrek vardı. Loş mekâna baktı, birkaç müşteri masalara dağılmış, bira içiyordu.
Bir yerden bir radyo sesi açıldı. Yoksa pikap mıydı? Danimarkalı bir kadın çok duygusal görünen bir şarkı söylüyordu. Wallander, Jespersen’i masalarda göremedi. Barmen bir gazeteyi tezgâhın üzerine yaymış, bulmaca çözüyordu. Wallander yaklaşınca başını kaldırdı.
“Bir bira,” dedi Wallander.
Adam bir Tuborg verdi.
“Jespersen’i arıyorum,” dedi Wallander.
“Holger? Bir saatten önce gelmez.”
“Denizde değil mi yani?”
Barmen gülümsedi.
“Öyle olsaydı, bir saat içinde gelemezdi, değil mi? Genelde beş civarında gelir.”
Wallander bir masaya oturup bekledi. Duygusal kadın sesinin yerini şimdi yine aynı duygusallıkta bir erkek sesi almıştı. Jespersen beş civarında gelirse Wallander, Mona’ya söz verdiği saatten önce sorun yaşamadan Malmö’ye dönmüş olurdu. Şimdi ne söyleyeceğini düşünmeye çalıştı. Yediği tokatı hâlâ kabullenemiyordu. Helena’yla neden iletişim kurduğunu söyleyecekti. Söylediklerine inanana kadar da pes etmeyecekti.
Masalardan birinde bir adam uyuyakalmıştı. Barmen hâlâ bulmacayla uğraşıyordu. Zaman yavaş geçiyordu. Arada sırada kapı açılıyor ve bir an için içeri gün ışığı giriyordu. Biri geldi ve birkaç kişi gitti. Wallander saatine baktı, beşe on var. Hâlâ Jespersen yoktu. Acıktı, bir tabakta birkaç dilim sosis ve bir Tuborg sipariş etti. Wallander, barmenin bir saat önce bara geldiği zamankiyle aynı kelime üzerinde kafa yorduğu hissine kapıldı.
Saat beş oldu, Jespersen hâlâ yoktu. Gelmeyecek, diye düşündü Wallander. Adamın yoldan çıkıp içkiye başladığı günü buldum.
Kapıdan içeri iki kadın girdi. İçlerinden biri bir schnapps isteyip bir masaya oturdu. Diğeri tezgâhın arkasına geçti. Barmen gazetesini bırakıp raflara dizilmiş şişeleri karıştırmaya başladı. Görünüşe