O akşam babasının bir sırrı olduğunu düşünmüştü. Wallander’e göre oldukça pahalı olan Via Veneto’daki restoranlardan birinde babasının ısrarıyla yemek yemişlerdi. Ne de olsa bu, onların birlikte yaptığı ilk ve son Roma gezisiydi. Yemekten sonra bir süre dolaşmışlardı. Hava oldukça güzeldi. Sokaklar kalabalıktı ve babası sürekli Sistina Şapeli’nin tavanından söz edip duruyordu. Otellerine dönerken iki kez yollarını yitirmişlerdi. Resepsiyon görevlisi babasının o çıkışından sonra onlara abartılı bir saygıyla davranmaya başlamıştı. Görevli anahtarlarını verdikten sonra onları başıyla selamlamıştı. Yukarı çıkmış ve birbirlerine iyi geceler diledikten sonra odalarına girmişlerdi. Wallander bir süre Baiba’yı düşünerek sokaktan gelen sesleri dinlemiş, sonra da derin bir uykuya dalmıştı.
Birden bir şey dürtmüşçesine uyanmıştı. İçinde bir tedirginlik vardı. Sabahlığını sırtına geçirip lobiye inmişti. Etraf sessiz ve sakindi. Gece görevlisi televizyon izliyordu. Wallander bir şişe maden suyu istedi. Gece görevlisi genç bir delikanlıydı. Wallander’e İlahiyat Fakültesi’nde okuduğunu, üniversite masraflarını çıkarmak için geceleri çalıştığını söyledi. Siyah ve dalgalı saçları vardı. Padova’lıydı. Adı Mario’ydu ve İngilizcesi kusursuzdu. Wallander elinde maden suyu şişesi lobide durarak Mario’ya babası gece lobiye inecek olursa ya da otelden çıkarsa hiç zaman kaybetmeden kendisini uyandırmasını söyledi. Delikanlı ona baktı. Başını evet dercesine sallayıp eğer yaşlı Sinyor Wallander gece yarısı dışarıya çıkarsa hiç zaman yitirmeden 32 numaralı odanın kapısını vuracağını söyledi.
Wallander’in içgüdüsel bir şekilde olmasını beklediği olay altıncı gece oldu. O gün Forum’a gitmişler, sonra da Doria Pamphili Galerisi’ni dolaşmışlardı. Akşamüstü de Villa Borghese’de bir süre dolaştıktan sonra restoranlardan birinde yemeklerini yemişlerdi. Wallander hesabı görünce şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalmıştı ama ne de olsa son geceleri olduğundan sesini çıkarmamıştı. Mutlulukla dolu yolculukları sona eriyordu. Babası yolculuğun başındaki gibi enerji ve neşe doluydu. Otele yürüyerek döndüler. Yolda bir kafeye girip kahveyle grappa içmişlerdi. Otele geldiklerinde anahtarlarını alıp odalarına çıkmışlardı. Wallander yatar yatmaz derin bir uykuya dalmıştı.
Odasının kapısı gecenin bir buçuğunda vuruldu. Önce bir an için nerede olduğunu anımsamakta zorlanmıştı. Gözlerini ovuşturarak yataktan fırlayıp kapıyı açmış ve gece görevlisi Sinyor Wallander’in babasının az önce otelden dışarı çıktığını söylemişti. Wallander telaşla giyinmişti. Babasına kolayca yetişmiş, onu belli etmeden izlemeye başlamıştı. İçgüdülerinde haklı çıkmıştı. Sokaklar daralmaya başladığında Wallander İspanyol Merdivenleri’ne doğru gittiklerini fark etmişti ama yine de babasına yaklaşmamıştı. Babası daha sonra o ılık Roma gecesinde basamakları çıkmış ve iki kulesi olan kiliseye doğru gitmeye başlamıştı. Wallander ağır adımlarla babasını izlemişti. Babası orada yaklaşık bir saat kadar kalmıştı. Sonra da ağır adımlarla basamakları inmişti. Wallander babasını izlemeyi sürdürmüştü. Bir süre sonra Trevi Çeşmesi’ne gelmişlerdi. Babası omzunun üstünden çeşmeye bozuk para atmamış ama dalgın gözlerle büyük ve görkemli çeşmeden akan suya uzun süre bakıp durmuştu. Loş ışıkta Wallander babasının gözlerinin parladığını görebiliyordu.
Daha sonra da babası otele dönmüştü.
Ertesi gün Alitalia Havayolları’yla Kopenhag’a uçtular. Babası İtalya’ya gelirken yaptığı gibi yine pencere kenarında oturuyordu. Limhamn’a giden feribota bindiklerinde babasına yolculuktan memnun kalıp kalmadığını sormuştu. O da evet dercesine başını sallayıp bir şeyler mırıldanmıştı. Wallander bunun mutluluk homurtuları olduğunun farkındaydı. Limhamn’da Gertrud onları karşılamıştı. Arabayla Wallander’i Ystad’da bırakmışlardı, daha sonra Wallander her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmek için telefon ettiğinde Gertrud babasının stüdyoda çalıştığını ve her zamanki gibi gün batımının resmini yaptığını söylemişti.
Wallander yataktan kalkıp mutfağa giderek kahve yaptı. Babası acaba neden İspanyol Merdivenleri’nde oturmuştu? Çeşmenin başında dururken aklından neler geçiriyordu? Bu soruların yanıtlarını bulması olası değildi. Yine de babasının gizemli iç dünyasına az da olsa girebildiğinin bilincindeydi ve Roma’da o gece neden tek başına yürüyüşe çıktığını soramayacağını da çok iyi biliyordu.
Kahve olurken banyoya gitti. Ne denli sağlıklı ve enerjik göründüğünü sevinçle fark etti. Saçları güneşten açılmıştı. Hamur işlerinden belki biraz kilo almıştı yine de banyodaki basküle çıkmadı. İşin en önemli yanı kendini iyi ve dinlenmiş hissetmesiydi. Bu yolculuğa çıktığı için mutluydu.
Birkaç saat içerisinde yeniden eski yaşamına döneceği gerçeği bile onu tedirgin etmiyordu. Genellikle tatilden sonra emniyetteki işine dönmek zor gelirdi. Son yıllarda bu daha da zor gelmeye başlamıştı. Zaman zaman başka bir iş bulmayı, bir güvenlik firmasında çalışmayı ciddi ciddi düşündüğü oluyordu ama sonuçta o bir polisti ve bu, sonuna değin de böyle gidecekti. Başka bir iş yapması söz konusu bile değildi.
Duş yaparken bir yandan da geçen yazı, İsveç’in Dünya Kupası’nda elde ettiği zaferi ve kurbanlarının kafa derilerini yüzen seri katili düşünüyordu. Roma’da geçirdiği bir hafta boyunca bunları kafasından atmayı başarmıştı. Oysa şimdi bu düşünceler geri geliyordu. Bir haftalık ara hiçbir şeyi değiştirememişti.
Saat yediye kadar mutfakta oturdu. Yağmur hâlâ yağıyordu. İtalya’nın güneşli ve ılık havası artık anılarda kalmıştı. Skåne’ye sonbahar gelmişti.
Saat yedi buçukta evden çıkıp arabasına atlayarak emniyete gitti. Martinson da yeni gelmiş, arabasını park ediyordu. Sağanak altında telaşla birbirlerini selamlayıp koşar adımlarla içeri girdiler.
“Tatil nasıldı?” diye sordu Martinson. “Hoş geldin.”
“Babam çok memnun kaldı,” diye karşılık verdi Wallander.
“Ya sen?”
“Harikaydı. Hava da çok sıcaktı.”
Emniyetin otuz yıldan beri danışma görevlisi olan Ebba gülümseyerek onu karşıladı.
“İtalya’da insanlar eylül ayında bile yanabiliyorlar mı?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Güneşin altında kalırsan tabii ki.”
Martinson’la birlikte koridorda ilerlediler. Wallander, Ebba’ya İtalya’dan bir şey getirmeliydim, diye geçirdi içinden. Bu düşüncesizliğine kızdı.
“Burada her şey yolunda,” dedi Martinson. “Ciddi bir şey yok. Aslında hemen hemen hiçbir şey yok.”
“Umarım sakin bir sonbahar geçiririz,” dedi Wallander özlem dolu bir sesle.
Martinson kahve almaya gitti. Wallander odasının kapısını açtı. Her şey bıraktığı gibi, yerli yerindeydi. Masasının üstü boştu. Ceketini astı. Pencereyi açtı. Gelen evrak kutusunda Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen bir dizi yazı vardı. Üstekini alarak bir göz atıp yerine koydu. Bu, Güney İsveç’ten eski Doğu Bloku ülkelerine çalıntı araba satan bir şebekenin soruşturmasıyla ilgili bir yazıydı. Wallander bu konunun üstünde bir yıldan beri çalışıyordu. Yokluğunda eğer gerçekten de önemli bir şey olmamışsa bu soruşturmaya geri dönebilirdi. 15 yıl sonra emekli olduğunda bile büyük olasılıkla hâlâ bu soruşturmanın üstünde çalışıyor olacaktı.
Saat sekiz buçukta gelecek haftanın