Mevsime ve coğrafyaya da yavaş yavaş uyum sağlarız. Mankell’in Skåne’si; “İsveç topraklarının sona erdiği, sanki Doğu Baltık kıyılarında bir tür Rip Grande gibi bir yer”dir; “Dünyanın geri kalan kısmı diğer tarafta…” Kurşun rengi gökler, dondurucu soğuk, kasvet, aman vermez bir ciddiyet ve şiddet mükemmel bir polisiye atmosfer yaratır. Bu atmosferin önünde görüp geçirdikleriyle filozoflaşmış Wallander “Katil kim?” sorusundan ziyade katili suça sevk eden nedenleri araştıracaktır. Asıl araştırdığı hayattır.
Zulmün Tarihi…
Wallander, hayatı araştırırken yaratıcısı Henning Mankell’in niyeti hayatı cehenneme çeviren nedenleri ortaya koymaktır. Nedenler derken teker teker insanlarda somutlanan kötülükten, kötülüğün psikolojik dinamiklerinden söz etmiyorum. Bunlar da var elbette ama Henning Mankell –daha çok– bu dinamikleri harekete geçiren asıl nedenleri, suçun iktisadi altyapısını, siyasi ve toplumsal saikleri, insanın insana zulmünü sergilemek niyetindeydi.
Henning Mankel’in niyetinin en iyi özeti –Wallander dizisi dışındaki romanlarından–Kennedy’nin Beyni’nde bir roman kahramanının ağzından şöyle dile getirilecektir;
“Dr. Raul hırsa karşı bir direniş oluşturmaya, giderek artan sayıda kişinin kanını kirleten bu virüse saldırmaya çalışıyor. Güvendiği insanları buraya, bana gönderiyor. ‘Bir Zulüm Tarihi’ olduğunu öğrensinler istiyor.”
Henning Mankell’in bütün edebî hayatına yansıyan arzusu tam da budur; “Zulmün Tarihi”ni anlatmak…
İsveç polisiyelerinin ortak paydası İsveç toplumuna dair gerçekçi bir sorgulayıcı bir bakışla yazılmalarıdır. Bu durum kuşkusuz yazarların siyasi ve toplumsal bilinciyle ilişkili. Nitekim Henning Mankell yazarlığı kadar siyasi duruşuyla da tanınan bir entelektüeldir ve bütün romanlarında eleştirel bir ton vardır. Wallander dizisi küçük bir İsveç kasabası olan Ystad’da geçmesine rağmen suç yerelle sınırlı kalmaz, önce İsveç’e, oradan dünyanın başka köşelerine yayılır. Bu, Ernest Mandel’in Hoş Cinayet adlı polisiye edebiyat incelemesine çok uygun bir yaklaşım. Ne demişti Mandel? Özetle şunları; “polisiye romanın evrimi bizzat suçun tarihini yansıtır (…) Polisiye romanın tarihi de bir toplumsal tarihtir, zira burjuva toplumunun –hatta meta üretiminin– tarihine ayrılmaz şekilde bağlıdır ve onun tarafından üst belirlenmiştir (…) Burjuvazinin tarihinin kendini niçin bu çok özel edebî tür içinde yansıttığı sorusunun cevabı şudur: burjuva toplumunun tarihi mülkiyetin tarihidir; mülkiyetin tarihi de kendi zıddının, yani suçun tarihini içerir.”
Bugüne dek yayımlanan romanların hepsinde suç siyasi ve toplumsal meselelerle sıkı sıkıya ilişkilidir. Karanlık Yüz’de mülteciler sorunu ve İsveç’te giderek yükselen yabancı düşmanlığı, Riga’nın Köpekleri’nde ise Baltık ülkelerinin hazin tablosu, Beyaz Aslan’da Güney Afrika özelinden ırkçılık ve yarı-resmî ırkçı örgütlenmeler, Gülümseyen Adam’da insanların ve vücut parçalarının, hiçbir ahlaki değer gözetmeden, alınıp satılan bir pazar ürününe indirgenmesi, bütün bunlar en az cinayetler kadar öne çıkıyor. Mankell’in olaylara bakışındaki keskinliğe özellikle dikkat çekmek gerekir. Zira 1990’ların başında işaret ettiği meseleler hâlâ yakıcı biçimde geçerliliklerini koruyorlar.
Serinin bundan sonraki romanlarında Henning Mankell’in siyasi ve toplumsal sorunları –zaman zaman uluslararası boyutlara varacak şekilde– çeşitlendireceğini söyleyebilirim. Üstelik küçük bir İsveç kasabasından, Ystad’dan yol çıkarak yapıyor bunu. Mankell, çok başarılı manevralarla suçu yerelin sınırlarının dışına taşımayı biliyor. Tam da Mandel’in “polisiye romanlarla kapitalizmin tarihinin birlikteliği” tezine uygun bir yaklaşım; küreselleşen dünyada suç da küreselleşiyor.
Bir bütün olarak Wallander serisinin ne anlattığını Henning Mankell’in –serinin son romanında okuduğumuz– bir cümlesiyle özetlemek en iyisi olacak:
“Bu, politik gerçeklerin hikâyesidir; bu, doğrularla yalanların birbirinden ayırt edilemediği, hiçbir şeyin açıkça belirgin olmadığı bataklık sularında yapılan bir yolculuğun hikâyesidir.”
Korkulması gereken şey, azametlilerin ahlaksız olması değil, azametli olmaya götüren ahlaksızlıktır.
1
Sis.
Sanki sessiz, sinsi bir av hayvanı… Sis, Skåne’yi kapladığında dünya görünmez olur, bütün ömrüm Skåne’de geçmiş olsa bile buna asla alışamayacağım.
11 Ekim 1993, Saat 21.00.
Her tarafa denizden gelen bir sis çökmüştü. Arabasıyla Ystad’daki evine gidiyordu ve kendisini kesif, beyaz bir kütlenin içinde bulduğunda Brösarp Tepeleri’ni henüz geçmişti.
Birden içinde bir korku belirdi.
Sisten korkuyorum, diye düşündü. Oysa Farnholm Şatosu’nda görüştüğüm adamdan korkmalıyım. Arkasında daima pusuya yatmış, yüzleri seçilemeyen tehditkâr korumaları olan dost canlısı adamdan. O adamı ve o dostça gülümsemesinin arkasında gizli olduğunu öğrendiğim şeyi düşünmeliyim. Toplum içindeki itibarı hiç kuşku uyandırmayacak kadar lekesiz olsa da asıl korkmam gereken, Hanö Körfezi’nden sürüklenen sis değil, o adam. Yoluna çıkan herkesi öldürmekte bir an bile tereddüt etmediğini öğrendiğimden beri.
Ön camı temizlemek için silecekleri çalıştırdı. Karanlıkta araba kullanmayı sevmezdi. Bilhassa far ışığında bir oraya bir buraya koşuşturan tavşanlarla karşılaşmayı hiç sevmezdi.
Bir defasında, otuz yıl kadar önce, yabani bir tavşanı ezmişti. Tomelilla yolunda gidiyordu, ilkbahar başlarında bir akşam vaktiydi. Frene bastığı ânı dün gibi hatırlıyordu ama yine de kaportadan gelen tok bir ses duymuştu. Hemen arabayı durdurup dışarı çıkmıştı. Tavşan yerde yatıyordu ve arka ayakları çırpınıyordu. Vücudunun üst kısmı felç olmuştu ama gözleri ona doğru bakıyordu. Kendini yol kenarından büyükçe bir taş bulmaya zorlamış, taşı tavşanın kafasına vururken gözlerini kapamıştı. Ölü hayvana tekrar bakmadan aceleyle arabasına binmişti.
Tavşanın gözlerini ve vahşice çırpınan ayaklarını asla unutamamıştı. Bu olay tekrar tekrar aklına geliyordu, genelde de hiç beklemediği zamanlarda.
Bu tatsız düşünceleri geride bırakmaya çalıştı. Otuz yıl önce ölen bir tavşan bir adamın yakasını bırakmıyor olabilir ama ona zarar veremez, diye düşündü. Yaşayanlar arasında endişelenmem gereken yeterince insan var.
Dikiz aynasını her zamankinden daha fazla kontrol ettiğini fark etti.
Korkuyorum, diye düşündü tekrar. Bildiğim bir şey varsa o da kaçıyor olduğum. Farnholm Şatosu’nun duvarlarının arkasında saklı olduğunu bildiğim şeyden kaçıyorum. Ve onlar da bunu öğrendiğimden haberdarlar. Fakat acaba ne kadarından? Bir zamanlar yeni yetme bir avukat olarak ettiğim sessizlik yeminini bozacağımdan endişe etmelerine yetecek kadarından mı? Uzun zaman önce mesleki sırlara kutsal bir sadakat göstereceğime dair yemin etmiştim. Yaşlı avukatlarının vicdanından endişeliler midir acaba?
Dikiz aynasında hiçbir şey yoktu. Sisin içinde tek başınaydı ama bir saatten az bir