Martinson’a bakarak başını salladı. “Bu senin görevin.”
“Bu adamların kayıp olduklarına dair herhangi bir kayıt olup olmadığını öncelikle bilgisayardan araştırmamız gerekmez mi?” diye sordu Martinson.
“İşe bununla başlayabilirsin,” dedi Wallander. “Sahil güvenlikle bağlantı kur, güneydeki tüm görevlilerle konuş. Ve Björk’ün konuyu hiç zaman kaybetmeden Interpol’e açma konusunda ne düşündüğünü öğren. Bu adamların kim olduklarını öğreneceksek işin başından haberleşme ağımızı genişletmeliyiz.”
Martinson onaylarcasına başını sallayarak not aldı. Svedberg düşünceli bir tavırla kaleminin ucunu kemiriyordu.
“Adli tıp adamların giysileriyle ilgili ayrıntılı bilgiyi verecek,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Mutlaka birkaç ipucu bulacaklardır.”
Kapı vuruldu ve Norén içeriye girdi. Elinde kıvrılmış bir deniz haritası vardı.
“Buna ihtiyacınız olacağını düşündüm,” dedi. Haritayı masanın üstüne yaydılar, bir deniz savaşını planlarcasına üstüne eğildiler.
“Kurtarma botu ne kadar hızlı hareket edebilir?” diye sordu Svedberg. “Akıntı ve rüzgâr, hızı yavaşlatmakla birlikte arttırabilir de.”
Hiç konuşmadan haritayı incelediler. Daha sonra Wallander haritayı rulo yaparak ayağa kalktı. Artık söylenecek bir şey kalmamıştı.
“Hadi bakalım, işe başlayalım,” dedi. “Saat altıda burada buluşup neler öğrendiğimizi konuşuruz.”
Svedberg ve Norén odadan çıkarlarken Wallander, Martinson’a kalmasını söyledi.
“Kadın neler anlattı?” diye sordu.
Martinson omuz silkti.
“Bayan Forsell,” dedi. “Dul. Mossby’de oturuyor. Ängelholm’daki ilkokuldan emekli olmuş bir öğretmen. Köpeği Tegnér’le birlikte yaşıyor. İnsanın köpeğine bir şairin adını vermesi garip doğrusu! Her gün temiz hava almak için sahilde dolaşırlarmış. Dün akşam dolaşırken ortalıkta bot yokmuş ama bu sabah onu çeyrek geçe görmüş ve hemen emniyete haber vermiş.”
“Onu çeyrek geçe,” dedi Wallander düşünceli bir tavırla. “Köpeği dolaştırmak için biraz geç bir saat değil mi bu?”
Martinson evet anlamında başını salladı.
“Ben de senin gibi düşündüm ama sonra köpeğini saat yedide çıkardığını ama bu kez ters yönde yürüdüklerini öğrendim.”
Wallander konuyu değiştirdi.
“Dün arayan adam,” dedi. “Sesi nasıldı?”
“Daha önce de söylediğim gibi, inandırıcıydı.”
“Aksanlı mı konuşuyordu? Yaşını tahmin edebilir misin?”
“Svedberg gibi konuşuyordu. Sesi boğuktu, sigara içiyorsa doğrusu hiç şaşırmam. Kırk ya da elli yaşlarında olabilir. Basit ve net bir şekilde konuşmuştu. Banka memuru ya da çiftçi olabilir.”
Wallander’in bir sorusu daha vardı.
“Neden aradı?”
“Ben de bunu merak edip duruyorum,” diye karşılık verdi Martinson. “Olaya karıştığı için botun kıyıya vurabileceğini biliyor olabilir. Adamı göğsünden vuran kişi de olabilir. Bir şey görmüş ya da duymuş da olabilir. Birçok olasılık var.”
“Sence akla en yatkın açıklama hangisi?”
“Sonuncusu,” diye karşılık verdi Martinson duraksamadan. “Ya bir şey görmüş ya da duymuş olmalı. Bu, katilin polisi peşine takmayı yeğleyebileceği türden bir cinayete benzemiyor.”
Wallander de aynı şeyleri düşünüyordu.
“Haydi, bir adım daha atalım,” dedi. “Bir şeyi gördü ya da duydu? Kurtarma botunda iki ceset? Bu cinayetlere karışmamışsa katili ya da katilleri görmüş olamaz. Bu da onun botu görmüş olabileceği anlamına gelir.”
“Denizde bir kurtarma botu,” dedi Martinson. “İnsan böyle bir şeyi nasıl görebilir? Ancak sen de denizdeysen görebilirsin.”
“Elbette,” dedi Wallander. “Kesinlikle. Peki, ama eğer katil o değilse neden kimliğini açıklamak istemedi sence?”
“Bazı insanlar bu tür olaylara karışmak istemezler,” dedi Martinson. “Nasıl olduğunu bilirsin.”
“Olabilir. Ama bunun başka bir açıklaması da olabilir. Polise bulaşmak istememesinin bambaşka bir nedeni de olabilir.”
“Biraz abartmıyor musun?”
“Yüksek sesle düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bir şekilde bu adamı bulmalıyız.”
“Bizimle yeniden bağlantı kurması için bir şeyler yapalım mı?”
“Yapalım,” dedi Wallander. “Ama bugün değil. Ben öncelikle o iki adamla ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorum.”
Wallander arabasına binerek hastaneye gitti. Oraya defalarca gitmesine rağmen yine de bu yeni yapılan binayı bulmakta zorlanıyordu. Hastanenin zemin katındaki kantine uğrayarak bir muz aldı, sonra da üst kattaki patoloji bölümüne gitti. Patolog Mörth cesetler üzerinde ayrıntılı çalışmaya henüz başlamamıştı. Ama yine de Wallander’in ilk sorusunu yanıtlayabilmişti.
“İkisi de vurularak öldürülmüş,” dedi. “Yakın mesafeden, kalbe ateş edilmiş. Ölüm nedenlerinin bu olduğunu düşünüyorum.”
“En kısa zamanda raporunu okumak istiyorum,” dedi Wallander. “Ölüm zamanına ilişkin bir şey söyleyebilir misin?”
Mörth başını iki yana salladı.
“Hayır,” dedi. “Ama bu da sorunun yanıtı olabilir.”
“Anlayamadım?”
“Uzunca bir süre önce öldürülmüş olabilirler. Bu yüzden de ne zaman öldürüldüklerini tam olarak saptamamız zorlaşıyor.”
“İki gün önce mi? Üç gün? Bir hafta?”
“Bunu yanıtlayamam,” diye karşılık verdi Mörth. “Ayrıca bir tahminde de bulunmak istemiyorum.”
Patolog laboratuvara geçti. Wallander ceketini çıkarıp bir çift plastik eldiveni eline geçirdi. Ardından da eski model bir mutfak eviyesine benzeyen bir şeyin üstünde duran cesetlere ait giysileri incelemeye başladı.
Takım elbiselerden biri İngiliz, diğeriyse Belçika malıydı. Ayakkabılar İtalyan malıydı. Wallander bunların çok pahalı olduklarını düşündü. Gömlekler, kravatlar, iç çamaşırları da oldukça pahalı ve kaliteliydi.
Wallander giysileri ikinci kez inceledikten sonra daha farklı bir şey bulamayacağını fark etmişti. Bu iki adam büyük olasılıkla varlıklı kişilerdi. Peki, ama cüzdanları neredeydi? Alyansları? Saatleri? İşin en ilginç yanı da adamlar vurulduğunda üstlerinde ceketleri yokmuş. Cekette ne bir delik ne de barut izi vardı.
Wallander olay ânını zihninde canlandırmaya çalıştı. Biri bu iki adamı kalbinden vurmuştu. Vurduktan sonra da cesetleri kurtarma botuna koymadan önce ceketlerini giydirmişti. Peki ama neden?
Bir kez daha giysileri inceledi. Gözümden kaçırdığım