Balıkçı teknesinin dümenindeki adam küfretti. Hava durumunu dinlemişti ama fırtına başlamadan önce İsveç kıyılarına ulaşabileceklerini umuyordu. Bir gece önce Hiddensee’de oyalanmasaydı şimdi çoktan Ystad’a ulaşmış ve dümeni birkaç derece doğuya kırmış olacaktı. Oysa şimdi yedi deniz mili daha gitmesi gerekiyordu. Kar yoğun bir şekilde yağarsa görüş açısının düzelmesini beklemesi gerekecekti.
Bir kez daha küfretti. Cimriliğimin bedelini ödüyorum, diye geçirdi içinden. Eğer geçen sonbaharda yeni bir radar almış olsaydım bunlar başıma gelmeyecekti. Şu eski Decca artık bir işe yaramıyor. Piyasaya çıkan yeni Amerikan modellerinden almalıydım ama paraya kıyamadım. Doğu Alman mallarına da güvenmem. Beni yarı yolda bırakırlar.
Artık Doğu Almanya diye bir ülke olmadığı gerçeğini anlamakta zorlanıyordu. Tarih bir gecede eski sınırları ortadan kaldırmıştı. Şimdi yalnızca Almanya vardı ve bir zamanlar bir duvarın ayırdığı düşman kardeşlerin birlikte çalışmaya başladıklarında kimse ne olabileceğini kestiremiyordu. Berlin Duvarı yıkıldığında çok tedirgin olmuştu. Bu büyük değişiklik onun hayatının da değişmesine neden olacak mıydı? Doğu Alman ortakları onu ikna etmeye çalışmışlardı. Hiçbir şey değişmeyecekti. Belki de bu değişiklik yeni fırsatlar yaratacaktı.
Kar hızlanmıştı ve rüzgâr güneydoğudan esiyordu. Sigara yakıp pusulanın yanındaki özel bölmede duran fincanına kahve koydu. Dümen köşkündeki sıcaklık nedeniyle ter içinde kalmıştı. Mazot kokusu genzini yakıyordu. Bakışlarını makine odasına doğru çevirdi. Aşağıda, dar ranzada yatan Jakobson’un ayağını gördü, başparmağı delik çorabından dışarı çıkmıştı. Onu uyandırsam ne olacak ki, diye geçirdi içinden. Eğer tekneyi durdurmak zorunda kalırsak o zaman ben birkaç saat kestiririm o da nöbeti devralır. Ilık kahvesinden bir yudum aldı ve bir gece önce olanları yeniden düşünmeye koyuldu.
Hiddensee’nin batısındaki kırık dökük küçük limanda malları almak için gelecek kamyonu beş saat beklemek zorunda kalmıştı. Weber kamyon bozulduğu için geciktiklerini söylemişti ve bu aslında doğru da olabilirdi. Rus askeri araçlarından biri olan kamyon oldukça eskiydi. Hâlâ çalışması aslında mucizeydi. Ne var ki Weber’e güvenmiyordu. Aslında Weber’in bir yanlışı olmamıştı, ama o bir kez kararını vermiş ve onun hiçbir şekilde güvenilir biri olmadığına yürekten inanmıştı. Bu, bir önlem niteliğindeydi. Doğu Almanlardan aldığı malların değeri çok yüksekti. Her defasında yirmi ya da otuz bilgisayar, yaklaşık yüz cep telefonu ve bir o kadar da araba teybi alıyordu; bu malların değeri milyonlarca kron ederdi. Yakalanacak olursa hapse girmesi işten bile değildi. Weber’in bu konuda kendisine yardım etmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Yaşadığı dünyada herkes daima önce kendini düşünürdü.
Pusulayı bir kez daha kontrol ettikten sonra kuzeye doğru iki derece kırdı. Kayıtlar sekiz deniz mili hızla gittiklerini gösteriyordu. Kıyıyı görebilmesi ve Brantevik’e dönmesi için daha altı buçuk deniz mili yol alması gerekiyordu. Grimavi dalgalar hâlâ görülebiliyordu ama kar da hızını arttırmıştı.
Beş iş daha var, diye geçirdi içinden, sonra her şey bitecek. İhtiyacım olan parayı kazanacağım, sonra da istediklerimi yapabileceğim. Bir sigara daha yakarak bu düşüncelerine gülümsedi. O zaman da tüm bunları artık arkasında bırakacak ve Porto Santos’a giderek bir bar açacaktı. Çok kısa bir zaman sonra da bu yağ kokulu dümen köşkünde durmaktan ve makine odasındaki ranzasında yatan Jakobson’un horultularını dinlemekten kurtulacaktı. Yeni yaşamının neler getireceğinden emin değildi ama bu yaşama başlamak için sabırsızlanıyordu.
Kar başladığı gibi birden durdu. Önce şansın kendisinden yana olduğuna inanamadı ama kar taneciklerinin uçuşmadığını görünce rahatlayarak derin bir soluk aldı. Her şey yoluna giriyor, diye geçirdi içinden. Belki de fırtına Danimarka’ya yönelmişti.
Islık çalarak fincanına biraz daha kahve koydu. Para dolu torba duvarda asılıydı. Bu kendisini Madeira’nın dışındaki küçük bir ada olan Porto Santos’a yaklaştıran diğer bir 30.000 krondu. Cennet onu bekliyordu.
Kahvesinden bir yudum daha almak üzereyken küçük bir bot gördü. Kar durmasaydı botu göremeyecekti. Bot teknenin lombarından yaklaşık elli metre uzakta dalgaların arasında aşağı yukarı hareket ediyordu. Bu kırmızı, plastik bir kurtarma botuydu. Buğulanmış camı eliyle silerek bir kez daha bota baktı. İçinde kimse yok, dedi kendi kendine. Bir gemiden düşmüş olmalı. Dümeni kırıp yavaşladı. Hızın değişmesiyle birlikte uyanan Jakobson, sakalı bir karış uzamış yüzünü dümen köşkünden içeri uzattı.
“Geldik mi?” diye sordu.
“Lombarın yanında bir kurtarma botu var,” dedi, dümendeki adı Holmgren olan adam. “Alalım onu. Bir iki bin papel eder. Sen dümene geç, kancayla çekmeye çalışacağım.”
Jakobson dümene geçerken Holmgren şapkasının kenarlarını kulaklarının üstüne çekti ve dümen köşkünden ayrıldı. Rüzgâr olanca hızıyla esiyordu, parmaklığa tutundu. Bot yavaş yavaş tekneye yaklaşıyordu. Dümen köşkünün yanında duran tekne kancasını, asılı olduğu yerden çıkarmaya başladı. Parmakları soğuktan donmuştu ama sonunda kancayı çıkardı ve suya attı.
Harekete geçti. Bot tekneden yalnızca birkaç metre ilerideydi. Holmgren işte o zaman hatasını anladı, içinde iki kişi vardı. İki ölü. Jakobson dümen köşkünden haykırdı. Söyledikleri anlaşılmıyordu ama o da botun içinde ne olduğunu görmüştü.
Holmgren ilk kez ceset görmüyordu. Askerlik yaparken eğitim sırasında bir silah ateş almış ve dört arkadaşı paramparça olmuştu. Daha sonraları da profesyonel olarak balıkçılık yaparken kıyıya vuran ya da suda yüzen birçok ceset görmüştü.
Holmgren cesetlerin üstündeki garip giysileri fark etti. Bu iki adam ne balıkçı ne de denizciydi, cesetler takım elbiseliydi. Sanki kaçınılmaz sonlarından birbirlerini korumak istercesine birbirlerine sarılmışlardı. Başlarına neler gelmiş olabileceğini anlamaya çalıştı. Kim bunlar?
Jakobson dümen köşkünden çıkarak yanına geldi.
“Kahretsin!” dedi. “Kahretsin! Şimdi ne yapacağız?”
Holmgren bir an düşündü.
“Hiçbir şey,” dedi. “Onları buraya alırsak cevaplayamayacağımız birçok soruyla karşı karşıya kalırız. Onları görmedik. Ayrıca tipi de vardı, unutma.”
“Onları böyle bırakacak mıyız?” diye sordu Jakobson.
“Evet,” diye karşılık verdi Holmgren. “Ölmüşler zaten. Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Ayrıca nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz konusunda kimseye hesap vermek istemiyorum. Sen istiyor musun?”
Jakobson başını kuşkuyla salladı. Konuşmadan cesetlere baktılar. Holmgren onların oldukça genç olduklarını, otuz yaşından fazla olmadıklarını düşünüyordu. Yüzleri kaskatı kesilmişti ve bembeyazdı. Holmgren ürperdi.
“Botun üstünde herhangi bir yazının olmaması garip,” dedi Jakobson. “Acaba hangi geminin botu bu?”
“Ne olmuş olabilir?” diye mırıldandı. “Bunlar kim? Ne kadar zamandan beri böyle kravatlı, takım elbiseli denizdeler acaba?”
“Ystad ne kadar uzakta?” diye sordu Jakobson.
“Altı deniz mili kadar!”
“Onları kıyıya kadar çekebiliriz,” dedi Jakobson. “Böylelikle bulunmaları da daha kolay olur.”
Holmgren bunun olumlu ve olumsuz yanlarını tartarak bir süre düşündü. Cesetleri denizde bırakmak hiç de hoş olmayacaktı. Öte yandan botu tekneye bağlayıp kıyıya çekmek de riskli olabilirdi, başka bir tekne ya da feribot onları görebilirdi.
Fazla düşünmeden kararını verdi. Pruva halatını çözerek bota bağladı. Jakobson dümeni Ystad’a doğru kırdı. Bot tekneden yaklaşık on metre uzaktaydı.
İsveç kıyıları göründüğünde Holmgren halatı kesti ve içinde iki ceset olan bot dalgaların arasında gözden kayboldu. Jakobson rotayı doğuya doğru kırdı ve birkaç saat sonra Brantevik limanına yanaştılar. Jakobson payına düşen parayı alarak Volvo’suna atlayıp Svarte’ye doğru yola koyuldu.
Limanda kimseler yoktu. Holmgren dümen köşkünü kilitledi. Kargo