“İtiraz istemez!” diye gürlemişti.
“Bu güzelim parke taşlarını neden bozmak istiyorsun?” diye soracak olmuştu Kurt Wallander.
Bunun üzerine sıkı bir tartışmaya girişmişlerdi.
Şimdi avlu tekerleklerin altında gıcırdayan gri çakıllarla kaplıydı.
Yan binanın ışıklarının yandığını gördü.
Sıradaki babam olabilir, diye geçti birden aklından. Belki de bu katillerin bir sonraki hedefi babamdır.
Kimse imdat çığlıklarını duyamazdı işte o zaman. Bu rüzgârda ve en yakın ev beş yüz metre uzaktayken mümkün değildi, üstelik o evin sahibi de yine yaşlı bir adamdı.
Arabadan inip gerinmeden önce “Dies Irae”yi son bulana dek dinledi.
Babasının atölyesinin bulunduğu yan binaya girdi. Babası burada her zamanki gibi resimlerini yapıyordu.
Bu, Kurt Wallander’in ilk çocukluk anılarından biriydi. Babasının nasıl terebentin ve boya koktuğunu hatırlıyordu. Hep aynı lacivert tulumu ve kesilmiş lastik çizmeleriyle boyaya bulanmış şövalesinin önünde duruşunu da. Kurt Wallander, babasının yıllar boyu hep aynı tablo üzerinde çalışmadığını ancak beş altı yaşına gelince anlamıştı.
Hiç değişmeyen şey resmettiği manzaraydı.
Babası melankolik güz manzarasını resmederdi, ön planda ayna gibi düz bir göl, çıplak dallarıyla bükülmüş bir ağaç ve en arkada ufukta belli belirsiz, bulutlar içinde kaybolmuş sıradağlar seçilirdi, hepsi de gerçeküstü parlaklıkta bir akşam güneşinin altında ışıldardı. Zaman zaman resmin sol tarafına, bir kütüğün üzerine tünemiş bir yaban horozu eklerdi.
Sonra düzenli aralıklarla evlerine ipek takımlar giymiş, parmaklarında kalın, altın yüzükler taşıyan adamlar gelmeye başlamışlardı. Adamlar paslı nakliye araçlarıyla ya da kocaman, pırıl pırıl Amerikan yapımı arabalarıyla gelir ve yaban horozu var mı yok mu ayrım yapmadan resimleri satın alırlardı.
Böylece babası yaşamı boyunca hep tek ve aynı manzarayı resmetmişti. Pazarlarda ya da açık artırmalarda satılan resimleriyle geçimlerini sağlamışlardı.
Malmö’nün dışındaki Klagshamn’da, eve dönüştürülmüş eski bir demirci dükkânında yaşamışlardı. Burada Kurt Wallander kız kardeşi Kristina’yla birlikte büyümüştü ve her zaman baygın bir terebentin kokusu içinde kalmışlardı.
Babası dul kalınca bu eski demirci dükkânından bozma evi satmış, bir çiftlik evine geçmişti. Kurt Wallander bunun nedenini bir türlü çözememişti çünkü babası sürekli yalnızlıktan şikâyet ederdi.
Kurt Wallander yan binanın kapısını açıp babasının, yaban horozsuz bir manzara resmetmekte olduğunu gördü. O anda ön plandaki ağacı çiziyordu. Bir selam homurdanarak resmine devam etti.
Kurt Wallander isler çıkaran gaz ocağının üzerindeki kirli demlikten bir fincan kahve doldurdu.
Neredeyse seksen yaşında olan babasına baktı. Kısa boyluydu ve gittikçe küçülmüştü ama yine de daha fazla güçlü ve enerjik olmak istediği belliydi.
Yaşlandığımda ben de mi böyle görüneceğim, diye düşündü.
Çocukken anneme benzerdim. Şimdi dedeme benziyorum. Belki yaşlanınca babama benzeyeceğim?
“Kahve alsana,” dedi babası. “İşim bitmek üzere.”
“Aldım bile,” diye karşılık verdi Kurt Wallander.
“O halde bir tane daha al,” dedi babası.
Anlaşıldı, keyfi yok, diye düşündü Kurt Wallander. Babasının sürekli ruh hali değişiyordu. Benimle ne alıp veremediği varsa?
“Yapacak çok işim var,” dedi Kurt Wallander. “Bütün gece çalışmak zorundayım. Benden bir şey istediğini sanmıştım.”
“Neden bütün gece çalışmak zorundasın?”
“Hastanede nöbet tutacağım.”
“Neden? Kim hasta?”
Kurt Wallander iç geçirdi. Şimdiye dek yüzlerce sorgulama yapmış olmasına rağmen babasının kendisini sorgularken gösterdiği azme asla erişemezdi. Üstelik babası polislik mesleğine bir parça ilgi göstermediği halde. Kurt Wallander on sekiz yaşında, polis olmaya karar verdiğinde babasını hayal kırıklığına uğratmış olduğunu biliyordu. Ama babasının ondan ne gibi beklentileri olduğunu da bir türlü çözememişti.
Onunla konuşmayı denemiş ama bu asla mümkün olmamıştı.
Kız kardeşi Kristina’yla yaptığı seyrek görüşmelerden birinde -kardeşi Stockholm’de yaşıyor ve kuaför salonu işletiyordu- bu konuda ona danışmıştı çünkü onun babasıyla arasının iyi olduğunu biliyordu. Ancak kız kardeşi de sorusuna yanıt bulamamıştı.
Ilık kahveyi yudumlarken düşündü. Herhalde babası içten içe onun günün birinde elindeki fırçayı devralıp, bir soy boyunca daha aynı manzarayı resmetmesini dilemişti.
Babası birden elindeki fırçayı bıraktı ve ellerini kirli bir beze sildi. Kendisine bir kahve almak için yaklaştığında, babasının pis koktuğunu fark etti.
Bir babaya kötü koktuğu nasıl söylenir, diye düşündü Kurt Wallander.
Belki de artık gerçekten de yalnız başına idare edemeyecek kadar yaşlandı? O zaman ne yaparım?
Onu yanıma alamam, bu mümkün değil. Birbirimizi öldürürüz.
Bir eliyle burnunun üzerini silerken diğeriyle kahvesini höpürdeterek yudumlayan babasını inceledi.
“Bana gelmeyeli bayağı oldu,” dedi babası azarlarcasına.
“Daha dün buradaydım ya.”
“Yarım saat.”
“Ama buradaydım.”
“Neden beni görmek istemiyorsun?”
“İstiyorum ya! Ama bazen çok işim oluyor.” Babası ağırlığı altında gıcırdayan eski, kırık bir kızağa oturdu.
“Sana sadece kızının dün bana uğradığını söylemek istedim.”
Kurt Wallander pek şaşırmadı.
“Linda burada mıydı?”
“Beni dinlemiyor musun?”
“Neden?”
“Bir resim istedi.”
“Bir resim mi?”
“Senin tersine, o yaptığım işin değerini anlıyor.”
Kurt Wallander duyduklarına inanamıyordu. Linda, küçüklüğü haricinde dedesine hiç özel bir ilgi göstermemişti.
“Ne istiyormuş?”
“Resim, dedim ya az önce. Yoksa beni hiç dinlemez mi oldun?”
“Dinliyorum. Nereden gelmiş? Nereye gitmek istiyormuş? Kahretsin, buraya nasıl gelmiş? Her şeyi ağzından kerpetenle mi almam gerek?”
“Bir arabayla geldi,” dedi babası. “Siyah suratlı bir genç adam kullanıyordu arabayı.”
“Ne demek istiyorsun? Siyah suratlı mı?”
“Zenci