1
Küçük ve salaş bir odaydı. Pencerelerde perde yoktu ve dışarıdaki manzara gri bir yangın duvarı, birkaç paslı armatür ve solmuş bir margarin reklamı afişinden ibaretti. Pencerenin sol yarısında, ortadaki cam kırıktı ve yerine gelişigüzel kesilmiş bir karton parçası konmuştu. Duvar kâğıdı çiçekliydi ancak is ve rutubetten o kadar solmuştu ki desenini seçmek mümkün değildi. Yer yer kalkmıştı, altından dökülen alçı çıkmış ve birçok yerde seloteyp ve ambalaj kâğıdıyla onarılmaya çalışılmıştı.
Odanın içinde bir ocak, altı parça mobilya ve bir resim vardı. Ocağın önünde içi kül dolu bir karton kutu, her yeri vuruk içinde kalmış alüminyum kahve demliği duruyordu. Yatağın ayak ucu ocağa dönüktü; yatağın üstünde kalın bir gazete tabakası, yırtık pırtık bir battaniye ve çizgili bir yastık vardı. Ocağın üstünde asılı duran resimde mermer bir tırabzanın yanında oturan, çıplak, sarışın bir kadın görünüyordu. Resmin bu konumundan ötürü, yatakta yatan kişi uyumadan önce ve sabah uyanır uyanmaz ilk onu görüyordu. Sanki birisi kadının göğüs uçlarını ve genital organını bir kalemle büyütmüştü.
Odanın diğer tarafında, pencereye en yakın yerde yuvarlak bir masa ve iki iskemle duruyordu, iskemlelerden birinin sırt kısmı kaybolmuştu. Masada boş üç vermut şişesi, bir meşrubat şişesi, iki kahve fincanı ve birkaç eşya daha vardı. Küllük ters yüz edilmiş ve etrafa izmaritlerin arasında şişe kapakları, kullanılmış kibrit çöpleri, birkaç pis küp şeker, ağzı açık ufak bir çakı ve bir parça sosis saçılmıştı. Üçüncü kahve fincanı yere düşüp kırılmıştı. Yıpranmış muşamba zemin üstünde, yatakla masanın ortasında, yüzüstü uzanan bir ceset vardı.
Büyük ihtimalle duvardaki resmin hatlarını belirginleştiren ve duvar kâğıdındaki yırtıkları bantla kapatmaya çalışan da bu kişiydi. Bir erkekti, bacakları birbirine yakın yatıyordu, dirseklerini kaburgasına bastırmış, kendini koruma çabası içinde ellerini başına doğru kaldırmıştı. Adamın üstünde yün bir kazak ve eski püskü bir pantolon vardı. Ayaklarında eskimiş yün çoraplar. Üstüne devrilmiş koca bir büfe kafasını ve vücudunun üst kısmını örtmüştü. Üçüncü tahta iskemle cesedin yanına devrilmişti. Oturma yerinde kan lekesi ve sırt kısmının en üstünde de parmak izleri vardı. Yer cam kırıklarıyla kaplıydı. Bu kırıklar büfenin camlı kapaklarından ve duvarın dibindeki kirli iç çamaşırların üstüne fırlatılmış şarap şişesinden geliyordu. Şişeden geriye kalanların üstü ince bir kan tabakasıyla kaplıydı. Etrafına biri beyaz bir çember çizmişti.
Kendi içinde neredeyse kusursuz olan bu fotoğraf polisin elindeki en geniş objektifle ve her ayrıntıya keskinlik katan yapay ışık altında alınmıştı.
Martin Beck fotoğrafı ve büyüteci elinden bıraktı, ayağa kalkıp pencere kenarına yürüdü. Dışarıda tam bir İsveç yazı vardı. Hatta ondan da ötesi. Hava sıcaktı. Kristineberg Parkı’nın çimenlerinde bikinili birkaç kız güneşleniyordu. Sırtüstü uzanmışlardı, bacaklarını ayırıp kollarını uzatmışlardı. Genç ve zayıftılar. Onların deyişiyle ‘inceciktiler’ ve zarif duruyorlardı. Martin Beck gözlerini kısıp iyice odaklanınca bunlardan ikisinin, kendi departmanında çalışan kızlardan olduğunu fark etti. Demek saat on ikiyi geçmişti. Sabahları mayo, pamuklu elbise ve sandaletlerini giyip işe gelen kızlar öğle arasında elbiselerini çıkarıp parkta yatıyorlardı. Çok pratik bir hareket.
Martin Beck’in keyfi kaçmıştı çünkü yakında tüm bunları geride bırakıp Västberga Allé civarındaki gürültü patırtısı bol bir mahallede bulunan güney polis merkezine taşınmak zorunda olduğunu hatırladı.
Arkasında birisinin kapıyı açıp içeri girdiğini duydu. Kim olduğunu anlamak için arkasını dönmedi. Stenström’dü. Stenström hâlâ departmandaki en genç polisti ve herhalde ondan sonra kapıyı tıklatmadan giren bir kuşak yetişecekti.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Pek iyi değil,” dedi Stenström. “On beş dakika önce oradaydım ve adam hiç istifini bozmadan her şeyi inkâr ediyordu.”
Martin Beck arkasını dönüp masasına yürüdü ve bir kez daha olay yeri fotoğrafına baktı. Gazete kâğıdından örtünün, yırtık pırtık battaniye ve çizgili yastığın yukarısındaki tavanda eski bir rutubet lekesi vardı. Bir denizatını andırıyordu. Biraz iyi niyetle denizkızına benzetilebilirdi. Acaba yerde yatan adamın bu kadar hayal gücü var mı diye merak etti Martin Beck.
“Fark etmez,” dedi Stenström işgüzar bir edayla. “Teknik delillerle adamı enseleriz.”
Martin Beck cevap vermedi. Onun yerine Stenström’ün masasına koyduğu kalın raporu işaret edip, “O ne?” diye sordu.
“Sundyberg’ün sorgusunun kayıtları.”
“Al şu rezil şeyi önümden. Yarın tatilim başlıyor. Koll-berg’e ver. Ya da canın kimi istiyorsa ona.”
Martin Beck fotoğrafı alıp merdivenlerden yukarı çıktı, bir kapıyı açınca kendini Kollberg ve Melander’in yanında buldu.
Muhtemelen pencereler kapalı ve perdeler sonuna kadar örtülü olduğu için burası odasından daha sıcaktı. Kollberg ve şüpheli, masada karşılıklı oturmuşlardı, çıt çıkmıyordu. Uzun boylu olan Melander pencerenin yanında ayakta duruyordu, piposu ağzındaydı ve kollarını önünde birleştirmişti. Gözlerini ayırmadan şüpheliye bakıyordu. Kapının hemen yanındaki iskemlede üniforması ve açık mavi gömleğiyle bir polis memuru oturuyordu. Şapkasını sağ dizinin üstüne koymuştu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Hareket eden tek şey kayıt cihazında dönen kasetti. Martin Beck bir yanda, hemen Kollberg’in arkasında yerini alıp sessizliğe katıldı. Perdelerin arkasında cama çarpıp duran büyük bir arının sesi duyuluyordu. Kollberg ceketini çıkarmış, gömleğinin düğmelerini açmıştı ancak böyleyken bile tombul omuzlarının alt kısmında gömleği sırılsıklamdı. Bu ıslak leke yavaşça şekil değiştirip Kollberg’in omurgasından aşağı doğru uzamaya başladı.
Masanın karşı tarafında oturan adam, saçları seyrelmiş, ufak tefek bir tipti. Hırpani kılıklı biriydi ve iskemlesinin kol koyma yerine yapışmış parmakları bakımsızdı, tırnakları pis ve yenmişti. Çehresi zayıf ve hastalıklıydı, ağzının çevresinde incecik çizgiler vardı. Çenesi hafif titriyordu, gözleri bulanık ve suluydu. Adam kamburunu çıkararak sindi ve gözünden iki damla yaş aktı.
“Hı hı,” dedi Kollberg, kasvetli bir edayla. “Şişeyle kafasına vurdun, sonra şişe mi kırıldı?”
Adam başıyla onayladı.
“Yere düşünce bu sefer ona sandalyeyle vurmaya devam ettin. Kaç kere vurdun?”
“Bilmiyorum. Çok değil. Ama az da sayılmaz.”
“Tahmin edebiliyorum. Sonra da büfeyi üstüne devirdiğin gibi odadan çıktın. Bu sıra aranızdaki üçüncü kişi ne yapıyordu? Şu Ragnar Larsson denen şahıs? Araya girmeye çalışmadı mı, yani seni durdurmadı mı?”
“Hayır, hiçbir şey yapmadı. Yalnızca izleyici kaldı.”
“Yine yalan söylemeye başlama şimdi.”
“Uyuyordu o. Sızmıştı.”
“Daha yüksek sesle konuşmaya çalış, tamam mı?”
“Yatakta uzanmış uyuyordu. Hiçbir şey anlamadı.”
“Hayır, ayılıp polise gidene kadar diyelim. Peki, buraya kadar her şey tamam fakat hâlâ anlamadığım bir şey var. Neden böyle oldu? O birahanede tanışana kadar birbirinizi daha önce hiç görmemiştiniz bile.”
“Bana kahrolası Nazi dedi.”
“Her polis haftada birkaç defa kahrolası Nazi hakaretini işitiyor. Yüzlercesi bana Nazi ya da Gestapo demiştir, hatta daha beterini de duydum ama bu yüzden kimseyi öldürmedim.”
“Oturduğu yerden bunu tekrar edip durdu, kahrolası Nazi, kahrolası Nazi, kahrolası Nazi deyip durdu… Ağzından başka laf çıkmadı. Bir de şarkı söyledi.”
“Şarkı mı?”
“Evet, beni gıcık etmek için. Fitil etmek için. Hitler hakkında.”
“Hı hı. Eh, sen ona böyle konuşması için bir sebep vermiş olabilir misin?”
“Ona benim