“Şimdi bak, şu benim eski davacım Van Trompe, Kentucky’den gelmiş ve tüm kölelerini azat etmiş, sonra da burada koyağın yedi mil ötesinde ormanın içinde kimsenin özellikle amaçlamadan gitmediği, kolay kolay da bulunamayacak bir bölgede bir yer almış. Orada güvende olur ama işin çetrefilli yanı bu gece oraya benden başka kimsenin arabayla gidemeyecek olduğu.”
“Neden? Cudjoe harika bir sürücüdür.”
“Kesinlikle ama olay şu: Koyak iki kez aşılacak, ikincisi benim gibi bilen bilir, oldukça tehlikeli. At sırtında yüzlerce kez geçtim, dönemeçleri ezbere bilirim, yani gördüğün gibi bu konuda kimse bana yardım edemez. Cudjoe saat on ikide olabildiğince ses çıkarmadan atları hazırlasın, kadını oraya götüreyim, sonra da olaya doğalmış izlenimi vermek için Cudjoe beni birahaneye götürsün ki oraya üç ya da dörtte gelen Colombus’un dikkatini çekeyim, arabaya oraya gitmek için bindim sansınlar. Sabaha da giyinip kuşanıp işe giderim. Tüm bu olup bitenlerden sonra sanırım kendimi azıcık suçlu hissedeceğim ama, elimde değil!”
“Bu durumda yüreğin kafandan iyi John,” dedi karısı. Küçük beyaz elini onunkinin üstüne koymuştu. “Seni kendimi tanıdığımdan daha iyi tanımasaydım, sever miydim sanıyorsun?”
Küçük kadın gözlerinde parlayan yaşlarla öyle güzel görünüyordu ki, Senatör böylesine güzel bir yaratığı tutkuyla kendisine hayran bıraktığı için kesinlikle çok akıllı bir adam olduğunu düşündü ve arabayla ilgilenmek için dışarı çıktı. Kapıda bir an durdu sonra geri döndü, hafifçe duraladıktan sonra, “Mary, ne düşünürsün bilmem ama o çekmece… küçük Henry’ciğin eşyalarıyla dolu,” dedi. Söyler söylemez de topukları üstünde çabucak döndü, kapıyı arkasından kapattı.
Karısı, odasına bitişik küçük yatak odasının kapısını açtı, şamdanı masanın üstüne koydu, sonra küçük bir gizli bölmeden bir anahtar çıkararak dalgın dalgın çekmecenin kilidine soktu, peşi sıra gelen iki oğlan suskun bakışları ona dikili izlerken ansızın duraladı.
Ah, bunu okuyan anne! Sizin evinizde, açtığınızda küçük bir mezarı yeniden açıyormuşsunuz duygusu veren bir çekmece ya da dolap hiç olmadı mı? Olmadıysa ah, ne mutlu bir anasınız siz!
Mrs. Bird çekmeceyi usulca açtı. Bir sürü değişik biçim ve desenli küçük paltolar, yığınla önlük, dizi dizi küçük çoraplar, hatta burunları sürtülüp eskimiş bir çift küçük ayakkabı bile vardı, kâğıt kıvrımların arasından dışarıyı gözetliyorlardı. Ayrıca bir oyuncak at ile araba, bir topaç, bir top, yanında da bir sürü gözyaşı ve bir sürü kalp kırıklığı yüklü anılar! Çekmecenin yanına oturdu, başını ellerine dayayarak gözyaşları parmaklarının arasından süzülüp çekmecenin içine akıncaya kadar ağladı, sonra ansızın başını kaldırdı ve sinirli bir ivedilikle en sade, en uygun olanları ayırıp bir çıkın yaptı.
Oğlanlardan biri yavaşça koluna dokunarak, “Anne, onları verecek misin?” dedi.
Kadın yumuşak bir ses ve içtenlikle, “Canım oğullarım, sevgili can Henry’miz cennetten bize bakıyorsa, bunu yaptığımız için mutlu olur. Herhangi birine vermeye gönlüm razı olmazdı, mutlu biri içime sinmezdi ama onları benden daha kalbi kırık ve daha acılı bir anneye verdim, Tanrı’nın da rahmetini o eşyalarla birlikte göndereceğini umut ediyorum.”
Bir dünyada üzüntüleri başkalarının sevinçlerine dönüşen kutsanmış insanlar vardır, bu kişilerin gözyaşları içinde mezarda yatan dünyevi umutları, yalnızlar ve dertliler için iyileştirici kokulu merhemler ve ilkbahar çiçekleri açan tohumlardır. Bunların içinde lambanın yanında oturmuş kendi kaybının anılarını toplumdışı bir evsiz barksız için hazırlarken usul usul gözyaşı döken narin bir kadın vardı.
Bir süre sonra Mrs. Bird gardırobu açtı, birkaç tane düz, kullanışlı giysi seçti, dikiş masasının başına geçip yüksük elinde, iğne ve makasla sessiz sedasız kocasının önerdiği “ağırına gitmeme” işlemine başladı, köşedeki eski saat on ikiyi çalıncaya kadar da başını kaldırmadan işini sürdürdü, o sırada kapıda hafif bir tekerlek sesi duyuldu. Elinde paltosuyla kocası içeri girerek, “Mary,” dedi, “artık uyandırsan iyi olur, yola çıkmalıyız.”
Mrs. Bird toparladığı çeşitli şeyleri küçük, basit bir sandığa alelacele koydu, kilitledi, kocasının sandığı arabada görmesini diliyordu, hemen kadını çağırmaya gitti. Çok geçmeden kadın, velinimetinin pelerini, başlığı ve şalıyla donanmış, çocuğu kollarında, kapıda belirdi. Mr. Bird onu çabucak arabaya götürdü, Mrs. Bird de arkalarından arabanın merdivenine doğru seğirtti. Eliza dışarı sarktı, kendisine uzatılan el kadar yumuşak ve güzel elini uzattı. İri, kara gözlerini içtenlikle Mrs. Bird’e dikti, bir şey söyleyecek gibiydi. Dudakları oynadı, bir-iki kez denedi, sesi çıkmadı, yüzünde asla unutulmayacak bir anlamla yukarıyı göstererek gerisingeri kanepeye yığıldı ve yüzünü elleriyle kapattı. Kapı kapandı, araba hareket etti. Kaçaklar, bir limana sığınanlar ve onların suç ortaklarına karşı daha zorlu yasaları geçirmek için bir hafta boyunca eyalet meclisinde ter döken yurtsever bir senatör, nasıl da garip bir durum!
Bizim iyi senatörümüz söz söyleme sanatı konusunda kendilerine ölümsüz bir ün sağlayan Washington’daki meslektaşlarınca bile aşılamamıştı. Nasıl da olanca soyluluğuyla elleri cebinde oturmuş, birkaç sefil kaçağa yapılacak yardımı büyük eyalet sorunlarından öne alanların duygusal zayıflıklarını küçümsemişti!
Bu konuda aslanlar kadar yürekliydi, yalnız kendi değil, onu dinleyen herkes “tümüyle ikna edilmişti”. Ne var ki kaçaklara ilişkin tek bildiği, sözcüğü oluşturan harflerden ya da elinde bohçasıyla bir gazete resminden ve resmin altındaki kölelikten kaçış yazısından ibaretti. Gerçek bir tehlikenin verdiği gerginliğin büyüsünü, yani yakaran bir göz, kolayca kırılabilecek gibi titreyen bir insan eli ya da umarsız acıların kederinin ortaya çıkması türünden şeyleri hiç yaşamamıştı. Kaçağın birinin bahtsız bir ana ya da yitirdiği oğlunun o çok iyi tanıdığı şapkasını giyen çocuk gibi korumasız bir çocuk olabileceği hiç aklına gelmemişti, yani zavallı senatörümüz ne taştı ne de çelik, bir erkekti; üstelik tümüyle yüreği soylu biriydi ve herkesin görmesi gerektiği gibi yurtseverliği açısından da üzüntü verici bir olayın içindeydi. Size gelince Güney eyaletlerinin iyi yürekli kardeşleri, hiç de boşuna övünmeyin. Benzer koşullarda daha iyisini yapamayacağınız kuşkusunu taşıyoruz. Mississippi’de de Kentucky’de olduğu gibi acı çekmenin boş bir masal olarak algılanmadığı soylu yürekler olduğunu biliyoruz. Siz olsaydınız karşılık vermeden durabilir miydiniz? Bizden bunu yapmamızı nasıl bekleyebilirsiniz ki?
Bizim iyi senatörümüz, politik bir günahkâr idiyse, gece boyunca çektikleriyle kefaretini ödemek için iyi bir yoldaydı. Uzun süredir yağan yağmurlardan Ohio’nun yumuşak, verimli toprağı herkesin de bildiği gibi çamura yenilmiş ve yol, eski güzel zamanların Ohio demiryoluna dönüşmüştü.
Düzgün oluşu ve hızı dışında hiçbir düşünceyi bir demiryoluyla bağdaştırmaya alışık olmayan Doğulu bir gezgin olsa bu yol için, “Tanrı’m, bu nasıl yol?” derdi.
Öğren öyleyse masum Doğulu arkadaş, çamurun dipsiz ve inanılmaz derinlikte olduğu Batı’nın ilgisiz kalmış yörelerinde, yollar yan yana dizilmiş, üstü de toprak, kesek, ele ne geçerse onunla kaplanmış yuvarlak, kaba yontulmuş kütüklerden yapılır, sonra da oralılar buna yol deyip dosdoğru üstünden geçerlerdi. Zamanla, yağmurlar keseği, otu yıkayıp atar, kütükleri hoş görüntüler oluşturacak biçimde oraya buraya, yukarı, aşağı, çapraz oynatır, kara çamur