Le Nouvel Observateur
varoluşçu felsefenin ve feminist edebiyatın kült isimlerinden Simone de Beauvoir’nın yüzüncü doğum gününü kapağına yazarın çıplak bir fotoğrafını basarak kutladı.
32 Büst olayında popüler kültürü kışkırtan, entelektüellerin çıplaklığıydı. Çok benzer bir vaka da geçtiğimiz yıl Fransa’da yaşandı. Le Nouvel Observateur varoluşçu felsefenin ve feminist edebiyatın kült isimlerinden Simone de Beauvoir’nın yüzüncü doğum gününü kapağına yazarın çıplak bir fotoğrafını basarak kutladı. Elbette ortalık birbirine girdi. Özel yaşam, çıplaklık, kadınlık, erkeklik, cinsellik sömürüsü ve birçok başlıkta tartışmalar açıldı. Derginin hiçbir zaman eş saygınlıkta bir erkek yazarın (örneğin Sartre’ın) benzer şekilde çıplak fotoğrafını basamayacağı iddia edildi. Tabii bir yandan da yazarın yaşam tarzı tutucu bir perspektiften tekrar yargılanmaya başladı. Bu da aslında böyle bir düşünüre yüzüncü doğum yılında yapılabilecek en kötü şey oldu. Enis Batur bu konuyu ele alan yazısında37 meseleyi Batı’nın bu konudaki hesaplaşmasının tarihine götürerek önemli bir noktaya işaret ediyor:
Ne var fotoğrafta, aslında hiçbir şey. Yazarları, düşünürleri üryan görmeye alışmamışız, hepsi bu. Yarım yüzyıldır çekmecede kalmış bu fotoğrafın yayımlanmasına diklenenler tuhafıma gidiyor açıkçası: Simone de Beauvoir’nın mektupları daha az mı çıplaktı? Ünlü “İkinci Seks” yayımlandığında, iyi bir romancı (ama pis bir muhafazakâr) olan François Mauriac’ın, Les Temps Modernes dergisinin bir çalışanına ne dediğini unutmuyorum: “Patronunuzun apış arasının tarihini öğrenmiş bulunuyoruz.” Her ülke gibi Fransa da özgürlük yanlılarıyla tutucular arasında yalpalamıştır her vakit; bir farkı varsa, olmuşsa, susuz özgürlerin sayısı ve köktenciliği bu topraklarda belirgindir. Yeni Milli Kütüphane’de, şehre Mitterand’ın armağanı, açık kitap cildi gibi duran kulelerde bugünlerde bir sergi dikkat çekiyor: “Cehennem.” Fransa Fransa olalı yasaklanan, kovalanan, aforoz edilen erotik kitaplar, gravür ve desenleriyle okurun karşısında şimdi. Ne çok kitap yasaklanmış, diyebilir sergiyi gezen bir aklıevvel. Öyle değil: Ne çok karşı çıkılmış yasağa, demek gerekir.
Deneysel sanat yapıtlarının tarihinin biraz da tutuculukla mücadelenin tarihi gibi şekillenmiş olması da çok şaşırtıcı değil. İnsan doğasını, düşüncesini anlamaya çalışan ve yapıtıyla kendini ve dünyayı sorgulayan modernist sanatçının tepki görmesi anlaşılır bir şey ama bu tepkinin linç düzeyinde yok edici boyutlara gelmesi çok ürkütücü. 1980’lerle birlikte tüm dünyada yükselmeye başlayan yeni sağ ve yeni muhafazakârlık Türkiye’de doğrudan askerî bir yönetimle iyiden iyiye mevzi kazanmış, aydın/entelektüel düşmanlığı toplumun nerdeyse tüm hücrelerine işlemişti. Nadir muhalefet kanallarından olan mizah dergilerinde bile on yıllardır güçsüz ve kaypak entel figürleri çizilmekte. Dolayısıyla iki binli yıllara da gücünden fazla bir şey kaybetmeden geldi. Dünyada da durum çok farklı değil belki ama ölçeği değişik. Dönemin adı değişti belki, artık postmodern zamanlardayız deniliyor ama insanın özgürleşmesi meselesinde niteliksel bir sıçrama yaşanmadı.
Postmodern durum, postmodernizm, postmodern roman, postmodernist yazar gibi ifadelerin her birinde işaret edilenin ne olduğunu tartışmak gerekir belki ama ben “postmodern” teriminin ikili doğasından söz etmek istiyorum. Post- takısı zamansal olarak ya da sıralama olarak sonra gelmeyi işaret ettiği gibi uzaklaşmış olunduğunu da ima eder. Terimi Türkçeye modernizm-sonrası diye çevirdiğimiz zaman ilk akla gelen postmodernizmin modernizmden sonra gelen ve aynı zamanda modernizmi aşan bir yaklaşım olduğudur. Hatta modernizmin bitmiş olduğunu da işaret eder. Modernizm yaşanmış bitmiş ve ardından gelen yeni dönemde yeni bir felsefenin (Düşünce biçimi? Yaşama biçimi? İdeoloji?) ortaya çıkmış olduğunu ifade eder. Sokal meselesine atıfta bulunarak felsefede ve bilimde postmodernizmin nasıl bir görüntüye sahip olduğunu yukarıda tartışmıştım. Genel olarak modernizm akılcılık, bilimcilik, evrenselcilikle özdeşleştirilirken postmodernizmin bunların kesinliğinden kuşkuda olan, yerel olanı önemseyen bir tavır olarak değerlendirildiği söylenebilir. Ancak bu farklılık edebiyata nasıl yansıyor, gerçekten yeni bir edebiyattan söz edebileceğimiz kadar niteliksel bir farklılığa dönüşebiliyor mu? Tartışmaya değer konular.
Modernist edebiyatın hemen her yerde tekrar edilen genel çizgileri şöyle özetlenebilir (Oğuz Atay’ın eserleri, özellikle Tutunamayanlar akılda tutularak okunabilir): Deneyseldir; kesintili, parçalı bir anlatım vardır, geleneksel anlatıların zamansal sürekliliği modernist anlatılarda kırılır; farklı anlatım düzlemleri arasında gidiş gelişler olur; aynı metnin içinde farklı anlatıcılar ve bakış açıları kullanılabilir; metakurmacasaldır, kendi üzerine düşünen bir özellik taşır, yazma sürecinin kendisi ve sorunları metnin konusu haline gelir; iç monolog ve bilinçakışı teknikleri kullanılır; karakterin bilinç durumlarına odaklanılır, karakterin bilincini yansıtan bir anlatım biçimi arayışı söz konusudur. Modernist edebiyatı ve modernist anlatım biçimlerini bu şekilde özetlemek mümkün ama postmodern edebiyata sıra geldiğinde işler biraz karışıyor. Birçok kaynakta modernizm-postmodernizm karşılaştırmaları tablolar ya da listeler halinde karşımıza çıkıyor38 ama bu tablolardan yola çıkarak edebiyat eserlerinde gerçekte neler olup bittiğini anlayabileceğimizden kuşku duyuyorum. Örneğin, Ihab Hassan’ın “Modernizm ve Postmodernizm Arasındaki Şematik Farklar” başlığı altında toplanan listesinin bir bölümünde şu şekilde sınıflandırılıyorlar:
Modernizm
Postmodernizm
Romantizm/Sembolizm
Dadacılık
Amaç
Oyun
Tasarım
Şans
Hiyerarşi
Anarşi
Tamamlanmış sanat nesnesi
Süreç, Performans
Mesafe
Katılım
Yaratım, Bütünleştirme
Yapısöküm
Sentez
Antitez
Varlık
Yokluk
Merkeze Yaklaşma
Saçılma
Tür, Sınır
Metin, Metinlerarasılık
Semantik
Retorik
Derinlik
Yüzey
Okuma
Yanlışokuma
Yorum
Karşı