“Her zaman seni gözlüyorum. Kiraz ağaçlarını en çok seven çocuk sensin. Neden hiç yanıma gelmiyorsun?” diye sordu Şenlikçi. Zülfaris, can sıkıntısından eridi adeta. Burun kıvırdı, onun tozlu arabasına koşacağına, kirazda türkü söyler, damda yıldız kaydırır daha iyi.
“Düş görmek kolaydır oğlum amma, uyanmamak zor!” deyiverdi Şenlikçi. “Bir düş göreceksin velakin uyanacaksın. Uyanmamak için beni yeniden görmeyi yürekten dilemen gerek! Bir gün beni görmek için yanıp tutuşacaksın!”
Demek alınmıştı çocuğun renksiz karşılamasına? Bu yüzden aklına gelenleri art arda söylüyordu. Zülfaris, söze ekleyecek bir şeyler aradı; etrafına bakındı, kiraz ağacıyla göz göze geldiler.
“Nereden geldin sen? Yoksa bu ağaçta mı yaşıyorsun?”
“Bazen. Ancak başka ülkelere giderken sizin arkadaki kümeste oluyorum.”
“Bizim kümes başka ülkelere mi açılıyor?”
“Ne sandın ya!”
“Bana da göstersene!” diye atıldı, çişini unutmuştu birden. Şenlikçi onun yüzündeki sevinci beğendi. Ancak ipekten bile olsalar bütün perdeleri açmaya niyeti yoktu. “Sırlar pahalı şeylerdir. Ömre bedel olanları vardır,” dedi ve bir avuç taş çıkardı arabasından. Bunlar tuhaf bir biçimde pürüzsüz, soğuk ve parlaktı. Bir ağızdan konuşmaya başladılar:
“Beni dinle, öykülerim insanların bir tek sözcük bilmediği bir vakte aittir! Bugüne dek nasıl geldiler dersin?”
“Ya ben? Benim hikâyem olmasa, Tanrı kendini bilir miydi sanıyorsun?”
Çocuk gözleri taşlara değdiğinde, kayboluverdi Şenlikçi.
Eve girdiğinde, daha ilk adımda uyandı babası. Veryansın etti! Öyle ki, sırtını yastığa koyamadı da yüzükoyun yattı Zülfaris. Yattığı yerde, uzun uzun hayallendi: Ne kiraz ağacının heyecanı ne ateşböcekleri… Parmakları arasında okşanmaya hazır, buz gibi taşlar. Kışkırtıcı, sabırsız, üstelik bir de parlak. “Keşke o kaygan kordelalardan verseydi bir tane,” diye düşündü fakat sonunu getiremedi bu düşüncenin. Çünkü, kordelaların ismi büyüyüp kocaman oldu ve tuhaf bir lezzetle doldurdu ağzını.
Babam kümese eştiğim deliğin yerini de görmedi, sesini de duymadı. Babam biraz sağırdır, bazı şeyleri hiç duymaz; biraz da kekemedir, bazı şeyleri diyemez.
O gün, öğleyi zor ettim. Başka ülkelere açılan kümes demek bizim kümesmiş! Tavukları, horozu ürküttükten başka birçok da yumurta kırdım. Kümes küçücük, tıka basa zor sığılan bir yer. Bir kere dayımın kardeşime attığı yumruktan kaçarken girmiştim. Aslında o zaman da pek tuhaftı. Beni görünce bütün tavukların kendilerini oraya buraya atmalarından anlamalıydım orada bir sır olduğunu… Aslında ben her zaman bazı şeyleri sezerim, ama sonra nedense unutuyorum onları…
Bütün gün kümesi eşeledim, ama Şenlikçi’nin dediği, başka ülkelere çıkan yolu bulamadım. Belki bir yol değil de başka ülkeleri görecek bir delikti söz ettiği… O zaman daha kötü olurdu, çünkü hep aynı yeri görmek zorunda kalır ve daha çok merak ederdim. Her şeye razı olup kazmama rağmen, onu da bulamadım.
Sonraki gece yine çağırdı Şenlikçi beni. Fakat kırgındım bana yalan söylediği için. Zaten ben gidip bu adamın sattığı bir dünya oyuncağı seyretmek istemiyorum. Ama öyle bir çağırıyor ki insanı… En çok sevdiği şeyin sesiyle sesleniyor. Ben ondan yana hep ateşböceklerinin ve başka dünyaların seslerini duyuyorum…
Ses çoğalınca, birilerinin fark etmesinden korktum. Kalkıp bahçeye çıktım. Gecenin bu vakti beni yakalasalar bahçede, babam bir görse!..
“Nerede kaldın? Seni bekliyoruz, bütün ateşböcekleri yanıp bitti neredeyse…”
“Hani bizim kümesten başka ülkelere geçiliyordu? Hani orada bir…”
“Çok mu merak ettin?” (Gözleri parlamıştı Şenlikçi’nin.)
“Ettim ama, sen öyle dediğin için ettim. İyice de kazdım ama…”
“Daha derin kaz! Önce soğuyacak toprak, sonra ıslanacak. Sen boş ver, kaz! Yerden su çıkacak, önce az ama sonra çoğalacak. Sen boş ver kaz. Su, kaynayacak çukurun dibinden, önce az ama sonra çoğalacak. Çukurun dibinde bir nehir bulacaksın, gürül gürül! Sen boş ver, kaz. Nehrin dibinde bir şelale bulacaksın!”
“Yine kazayım mı?”
“Yok, şelaleye kadar kazmak kâfi. Şelaleyi buldun mu tamam, onun üstüne bin, istediğin ülkeye git! (Böceklerin sesini dinledi adamın burnundaki yılan, sonra bakışını bilinmedik bir noktaya dikti.) Ama bunu kimselere deme, tamam mı…”
Bunları söyledikten sonra bana bir de fener verdi Şenlikçi, “Bunu aynaya tutarsan gözlerinin rengini bulursun,” dedi ve daha önce hiç duymadığım bir ezgiyi mırıldanarak ağacımıza doğru eriyip gitti.
Ertesi gün yine kümese gidecektim ya… Sultanahmet’e götürdü babam beni. Delik bir çuval gibi elden ele gezdim. Biri yüzüme üfledi, biri karnıma yazılar yazdı. “Karanlıkta yalnız gezme!” dediler hep birlikte ve güllü sularla yıkadılar ensemi. Gün doğarken gidip gün inince döndük. Şenlikçi, o gece bir düş yolladı eşlikçi. Düşümde bir koca kuyruğum vardı ve adaların üstünden uçuyordum. Avcılar ateş etti, hemen vurdular beni. Sonra gözlerimi alıp bir ceylana koydular.
Ertesi gün kazmaya devam ettim. Toprak nemlenene kadar, topraktan küf kokusu gelene kadar kazdım. Annem bütün gün bohçalarla uğraşıyor, yine de ne yaptığımı fark ediyordu. Önce ortadan kaybolduğuma kızdı, sonra ellerimin pisliğine. Ne kadar yıkarsam yıkayayım, tırnaklarıma giren toprak kapkara duruyordu; sabunla bile geçmedi. Sonra Şenlikçi’yi bekledim bütün gece; ne ateşböceği ne balonlar… Şenlikçi gelmedi.
Sabah olunca kümese koşacaktım ki annem elimden tuttu. Birlikte Fener’e gittik. Birçok kadının arasına oturttular beni. Biri renkli sular içirdi, biri kafamda kurşun pişirdi. “Duasız gezip kendini maral sanma!” dediler, küçük bir kâğıdı dürüp büküp koynuma koydular. Gün doğarken gidip gün inince döndük. O gece bir düş yolladı Şenlikçi. Önce bir kapıdan geçtim, sonra bir kuyudan düştüm, sonra bir yangında yandım, sonra Şenlikçi çıktı karşıma! Eline bir düdük almış, öttürüp duruyor; istedim, vermedi. Gece yarısı uyanıverdim. Ortalığı dinledim; ne ateşböcekleri ne Şenlikçi… Soluğumu tutup sabah erkenden şelaleye ulaşmayı diledim, uyumuşum. Bu kez de bir şarkı çıktı karşıma. Sözleri ve sesleri şöyle:
TARÇIN
“Ağaçlar içinde bir uğursuzu zeytinlerdir!
Hele