Yusuf Aksu, genç doçentin dürtmesi üzerine, korka korka doğruldu, sonra, kulaklarında yalnızca kendi ayak sesleri, bozuk robot yürüyüşüyle kürsüye doğru ilerledi. Kürsüde, tüm bedeninin zangır zangır titremekte olduğunu ayrımsadı, en az bir dakika süresince, yerine dönmekle bildirisine başlamak arasında duraladı; sonra, birdenbire, Yunus gibi kekelemeye başlayacakmış, hatta, daha şimdiden, için için kekeliyormuş gibi bir duygu uyandı içinde; aynı anda, ak kâğıt üstüne kara kalemle yazılmış gibi, belleğinde, daha da iyisi, gözlerinin önünde, Yunus’un tümceleri belirdi, birden rahatladı. Kalmaya karar verdi. Sağ elindeki kâğıt tomarını açıp önüne koyarak kaçmasını önlemek istercesine parmaklarını uçlarına bastırdı, bu tomara doğru eğildi, en ufak bir saygı girişi yapmadan, “İnsanoğlu uygarlık yolunda dev adımlarını atmaya başladığı zaman, henüz konuşmasını bilmiyordu, ama yazmayı ve okumayı biliyordu,” dedi. Durdu, başını kaldırdı, sanki az önce elleri titreyen adam kendisi değilmiş gibi, meydan okumak istercesine, ön sırada oturanlara baktı, “Dilciler genellikle tersini söylerler, ama yazının resimden çıktığını benimsiyorsak, eklemlenimli dilden önce yaratıldığını da benimsememiz gerekir,” diye sürdürdü. Yunus’un sözlerinin gerisi de sözcük sözcük belleğindeydi, gene de duraladı, az önce söylediklerini pekiştirmek için, coşkulu bir kekeleme içinde, Yunus’un bir tümcesi daha geldi diline: “Okumayı ve yazmayı demiyorum, yazmayı ve okumayı diyorum,” diye ekledi.
Tam bu anda, ön sıralardan arka sıralara doğru bir başka dalgalanma başladı. Toplantının başlıca düzenleyicilerinden olan seksen sayfalık Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı yaşlı profesör kızgın bir at gibi ayağını yere vurdu, “Korktuğum başıma geldi: bilimi bırakıp soytarılığa başladık!” diye homurdandı; yaptığı açıklama üzerine, yanındaki Southampton’lı profesör de şaşkınlık ve kızgınlıkla ellerini havaya kaldırarak kendi dilinde bir şeyler geveledi; Sistematik ingiliz idyomları sözlüğü yazarı ayağa kalktı.
“Peki, yazısız toplumlara ne diyorsunuz?” diye bağırdı. “Yazının y’sini bilmeden bülbül gibi konuşan ilkel toplumlar ne oluyor?”
Yusuf Aksu gözlerini yaşlı profesöre dikti, bir süre korkunç bir hüzünle, acır gibi süzdü adamı, gözlerini gene kâğıtlarına çevirdi, hiç sesini yükseltmeden, Yunus’un yıllar önce türkçe öğretmenine verdiği yanıtı yineledi.
“Sayın hocam, yo… yo… yoksa siz ilkel toplumların tarih öncesinden beri, Tanrı’nın bıraktığı yerde, hep aynı ilkel topluluklar olarak durduğunu mu düşünüyorsunuz?”
Yaşlı profesör yanıtın mantığını da, amacını da anlamadı, ama, altta kalmak istemediğinden, sesini daha da yükseltti.
“Hayır, ama bu toplantı resmi bir toplantıdır, burada yazının dilden önce bulunduğunu söyleyemezsiniz,” dedi.
Yusuf Aksu, hep aynı kekelemeyi sürdürme duygusu içinde, bilgece gülümsedi.
“Doğru, ben resmi dilbilim yapmıyorum; sizin gibi ‘Önce söz vardı,’ diyecek değilim, ama, yazı da tıpkı dil gibi bir bildirişimsizlik aracı olabilir,” diye yanıtladı, öfkeli adam, gırtlağının tüm gücüyle, saçmalığın bu kadarının fazla olduğunu söyleyince de Yunus’un böyle durumlarda başvurduğu en etkili yanıtı anımsadı, “Bunu anlayamamanız gerçekten acı, benim için değil, sizin için. Benim bunda bir suçum yok!” dedi.
Başta kendisi olmak üzere, Yusuf Aksu’nun ne demek istediğini hiç kimse tam olarak anlamış değildi, ama, ön sıralarda oturan bilim adamları onun Amerikan Koleji’ndeki arkadaşlarına pek benzemiyorlardı, öğrendiklerinin tartışma konusu edilmesini somut, hatta bedensel bir tehlike gibi algıladılar, salon çökmek ya da sular altında kalmak üzereymiş gibi, hep birden ayağa fırladılar, birbiri ardından patlayan flaşların parıltısı altında, gırtlaklarının tüm gücüyle yuh çekerek yumruklarını sallamaya başladılar. İçlerinden birkaç kişi de, yumrukları havada, “İn aşağı, in aşağı!” diye bağırarak kürsüye doğru yürüdü. Yusuf Aksu, tepeden tırnağa titredi, Yunus’u sınıftan atan tarih öğretmenini görür gibi oldu, hocaların, nerede olursa olsun, saldırganlık alanında öğrencileri fazlasıyla aştıklarını düşündü, bu düşünce bir ölçüde içini rahatlattı: kendisi de Yunus gibi tepki gördüğüne göre, doğru yolda olduğu kesindi. Ne var ki, tüm engellemelere karşın, adamlar üzerine geliyorlardı; bir an, yuvalarından fırlamış gözleri, yardımına koşacak birini arar gibi, tüm topluluğu taradı; çocukluğunda, top oynayan çocukların arasına düştüğü zamanlardaki gibi, belki de umutsuzluğun getirdiği esenlikle, gülümsedi. Bu sırada, kızgın bilim adamları kürsünün çevresini sarıvermişti. En irisi, Yusuf Aksu’yu kravatından yakalayıp aşağıya doğru çekerken, bir başkası cebine koymak üzere topladığı kâğıtlarını almak amacıyla koluna yapıştı; Yusuf Aksu, bilgece gülümsemesi bir an bile gölgelenmeden, “Bir dakika, bir dakika, kolumu koparacaksınız! Kâğıtlarımı istiyorsanız, buyurun!” dedi; sonra, kızgın bilim adamlarının, hangi içgüdüyle, bilinmez, bıraktığı kâğıtların üstüne üşüşmelerinden yararlanarak aralarından sıyrıldı, kimi resmini çekmeye çalışan, kimi ilk tümcesinin yarattığı tepkiler konusunda sorular yağdıran gazetecilerin varlığının ayrımında bile değilmiş gibi, başı yukarıda, gözleri uzak bir noktada, ağır ağır kapıya doğru ilerledi, çıktıktan sonra, usuna bir şey gelmiş gibi birden koşmaya başladı, kara Cadillac’a zor attı kendini.
“Hadi, Ahmet efendi, hemen gidelim buradan!” dedi.
Daha sonra, tam kapıdan çıktığı sırada, tüm duvarı kaplayan kocaman “Uluslararası Dilbilim Günleri” yazısı altında fotoğrafını çekmeye çalışan bir gazeteci, “Üniversitenin ikinci bitişi” ya da “Üniversiteyi ikinci bitirişim” gibi bir şey mırıldandığını ileri sürecekti. Ancak, o anda oldukça uzun bir söyleve girişmiş bile olsa, pek işiten olmayacaktı, çünkü, çoğu gazetecilerin