Yunus önermesinin tersinin de doğru olup olmadığını araştırmadı; ama, tıpkı ozanlar gibi, o da zoru denemeye karar verdi: kekelemenin yazıdan sonra doğmuş yapay dilin payını indirgemek, hiç değilse insanın doğal dilinin başlangıçta nasıl eklemlendiğini kavrama yolunda bir çaba olduğunu gösterebilmek için her şeyin altında onun izlerini aramaya başladı. Hiç kuşkusuz, amacını gerçekleştirmek için fazla olanak yoktu elinde; ama elinde fazla olanak yok diye kollarını kavuşturup oturacak değildi. Önceleri, dostuyla birlikte, daha çok ansiklopedi okuyabilmek için giriştiği işi: yeni yeni diller öğrenmeyi yaşamın temel gizlerinden ya da, kendi deyimiyle, “insanlığın dönüm noktalarından” birini kavramak amacıyla, büsbütün hızlandırarak sürdürdü artık: yeni bir dil öğrenmenin, yeni bir dilin sözcüklerini kekelemenin, ilk bakışta zorlama ve yapay görünmesine karşın, bizi yapay dillerin bu denli dizgeleşmediği, insanın kendi doğal türküsüyle yeni yeni taşlaşmaya başlayan yapay dil arasında bocaladığı dönemlere götürmesi gerektiğini düşündü. Sonra, işi ilerlettikçe, düşündüğüne inanmaya başladı. Öte yandan, ona göre, kekemeler, özel yaradılışları gereği, yapay dile ayak uydurmakta zorluk çektiklerinden, kendisinin değişimi başkalarından daha iyi kavrayacağına inandı. Böylece, Yusuf’la birlikte, insan ötüşüne daha yakın gibi gördüğü dilleri, örneğin italyancayı, çinceyi, japoncayı kitaplardan ve plaklardan öğrenmeye girişti; gene Yusuf’la birlikte, dilimizin ilk seslere yakın gibi görünen sözcüklerinin değişik dillerdeki karşılıklarını aradı; anlasın anlamasın, olanak buldukça yabancı radyoları dinledi, yapay, doğadışı, kulak tırmalayıcı, asalak sesler arasında, insanın ilk sesini yakalamaya çalıştı; arada bir yakalar gibi de oldu; ama, belki de dilin taşlaşmışlığı yüzünden, yakalar gibi olduğunu sözcüklere dökemedi. O zaman, bir yandan dilbilgisi ve dilbilim kitapları okuyarak, bir yandan imgelemini kullanarak, yapay dil konusunda söylenmiş her şeyi tersine çevirecek gerekçeler aradı, bulur gibi oldukça da sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yüksek sesle söyledi. Örneğin, ayrı ayrı dillerin doğması toplumları düzelmez bir biçimde bölmüştü, şimdi de her biri, kendi içinde, bireyleri bölüyordu, çünkü, nesneleri kendilerine doğal bir bağla bağlanmayan seslerle adlandırdığından, seslerin nesnelerden bağımsız olarak, en saymaca biçimlerde düzenlenmesini önleyebilecek herhangi bir düzeneği de bulunmadığından, yalanı olanaklı, olanaklı da söz mü, egemen kılıyor, gerçek bildirişimi önlüyordu. Öyleyse tüm bu yapay dillerin gerçek bildirişimi önlemeye yönelik birer tuzak olduğu söylenebilirdi. Dilcilerse, dilin tüm bu açmazları konusunda bizi uyarmaları, daha yalansız bir bildirişime ulaşmanın yollarını araştırmaları gerekirken, her şeyi çorbaya çeviriyorlardı: örneğin, durup dinlenmeden yineledikleri gibi, dilin bir dizge olduğu doğruysa, ister istemez kapalı olması gerekirdi, kapalılığıysa, sayıca sınır tanımayan adlar değil, hem sayıca çok sınırlı kalan, hem de aralarında bir ölçüde mantıksal bağlar bulunan adıllar ve adıllar gibi öğelerin sağlaması beklenirdi; ama onlar, ağız birliği etmiş gibi, adların adılların değil de adılların adların yerini tuttuğunu söyleyerek gerçeği yüz seksen derece tersine çeviriyorlardı.
İlk çıkışında, dilin yazıdan doğduğunu söylediği zaman, tarih öğretmeni Yunus’u sınıftan dışarı atmıştı; bu son çıkışında, yaşlı türkçe öğretmeni Rıza bey anlayış gösterdi: aykırı önermesini iki kez üst üste baştan anlattırttı, sonra, “Yani sen adıllar adların yerini değil de adlar mı adılların yerini tutuyor diyorsun?” diye sorup “Evet, öyle diyorum, hocam, adlar adılların yerini tutuyor, yani geçici olarak onların yerine kullanılıyor: o dedik mi sizden ve benden başka herkes girer işin içine, ama Veli dedik mi bu Veli sayısız o’lardan yalnızca biridir, onun sayısız durumlarından biridir, yani onun yerini tutar!” yanıtını alınca da gene anlayışla güldü, bildiği kadarıyla, kitapların bunu böyle yazmadığını söyledi. Yunus’sa, usulca Yusuf’un kolunu dürttükten sonra, “Hocam, bunu yalnız ben söylemiyorum, koskoca Ferdinand de Lesseps de böyle söylüyor,” dedi.
“O da kimmiş?” diye sordu Rıza bey.
“Süveyş kanalını açan adam.”
“O kendi kanalıyla uğraşsa, daha iyi olmaz mıydı?”
“Ferdinand de Lesseps aynı zamanda büyük bir dilciydi, hocam; gerçek ve özgün bir dilciydi.”
“Ben duymadım.”
“Dilciydi, hocam.”
“Ben de değildir demedim, ama bizim dilbilgisi kitapları bize bu adamdan hiç söz etmiyor,” dedi Rıza bey.
Yunus Aksu kendi savını da yaralamak pahasına, ünlü kahkahalarından birini daha kopardı o zaman. Sınıf da onu izledi. Rıza bey kızdı, daha dersin bitmesine en az on dakika bulunmasına karşın, çıkıp gitti. Zorlu bir alkış koptu; çocuklar, bir ağızdan, “Yaşa, Kuşların Oğlu!” diye haykırdılar. Yunus kalktı, alışılmış oyunculuğuyla, gol atmış futbolcular gibi, yumruğuyla aşağıdan yukarıya doğru bir eğri çizerek arkadaşlarını selamladı. Hiç kuşkusuz, sınıfta ve bahçede sık sık yinelenen bu alkışların birer alay belirtisinden başka bir şey olmadığını biliyordu; ama artık iyiden iyiye kaptırmıştı bu oyuna kendini, arkadaşlarının alayı da, öğretmenlerinin eleştirileri de hoşuna gidiyor, en azından tutumunu daha da kesinleştirmesine yardımcı oluyordu. Aykırı önermelerini çoğalttıkça çoğalttı böylece, varsayımlar birbirini bütünlemeye, kopuk kopuk karşı önermeler, çok bulanık bir biçimde, dizgeye benzer bir şeyler oluşturmaya yöneldi. İyice güvene geldi o zaman, öğretmenler dil konusunda ne söyledilerse, hepsinde karşı çıkılacak bir şeyler buldu. Yusuf da, genellikle pek konuşmamakla birlikte, her söylediğine katıldı. Sınıf arkadaşlarına gelince, karşı çıktığı öğretmene besledikleri duyguya ya da o günkü havalarına göre, kendisini desteklediler ya da yerdiler. İngilizce öğretmeniyle giriştiği uzun bir tartışmadan sonra, basketboldan başka hiçbir şeye kafa yormayan, çok uzun boylu bir arkadaşı gülümseyerek yaklaşıp elini başının üstüne koydu, “Yaşa be, Kuşların Oğlu, sen bu işin kitabını yazacak adamsın!” dedi. “Doğru dürüst konuşamadığına, üstelik, yazının dilden önce geldiğini savunduğuna göre, otur da yaz bari!” Yunus kahkahalarla gülerek göğsünü kabarttı, “Evet, bir gün, çok yakın bir gelecekte, boyum bir doksan olunca, ben de bir kitap yazacağım: Evrensel dilbilim,” diye yanıtladı. “Bu kitapta, insanlardan kuşlara, balıklara, böceklere, hatta otlara değin, tüm canlı varlıkların dilini anlatacağım!” Dinleyenler güldüler, hep bir ağızdan, üç kez üst üste, “En büyük dilci bizim dilci!” diye bağırdılar. “Türkiye seninle gurur duyuyor!”
Bir sessizlik çöktü ortalığa. O zaman, çocuklardan biri, Sarı Selim, gözünün içine baka baka, “Hepsi çok güzel, çok hoş da en büyük dilcimiz bir kekeme! Gel de bu ülkede kalkınma bekle!” dedi. Şakanın da bir sınırı olmalıydı: Yunus, okula gelişinden bu yana, ilk kez sinirlendi.
“Bu… bu… bu sınıf bir tımarhane,” diye homurdandı.
“Ağzını topla!” dedi Sarı Selim.
Yunus bu kez gülümsedi.
“Deliyi tımarhaneye koymuşlar da dünya varmış demiş, tıpkı senin gibi,” dedi, arkasını döndü, Yusuf’u da alıp ağır ağır uzaklaştı, bir daha da bu Sarı Selim’in yüzüne bakmadı.
Ne var ki her ilişki böyle kolaylıkla kesilemiyordu. Yunus, o yılın ortalarına doğru, kolejin kızlar bölümünden,