Pek çok yerini kırmızı ve mavi kalemle çizdiği, bir dergi yazısını gösteriyordu:
Geniş bir okuyucu kitlesi eserlerini okuyordu ama eleştirmenler ona karşı küstahça bir suskunluğu yeğliyorlardı. Ona, zamanla herkesin benimsediği, türlü nitelikler yakıştırılıyordu: Onun hakkında, ruhlarla ilişki kuruyor, gelecek çağları görüyor ya da sadece delinin biri, diyenler vardı. Ama kafası akıl almaz bir duruluktaydı, pratikti. Gelecekte eleştirmenlerin kendisi için söyleyeceklerini önceden kestirebiliyordu… İlk bakışta yöntemi zıtlıklarla dolu gibi görünürdü; görüntüleri, akıl almaz bir gülünçlük ve gerçekçi genelleme arasında gidip gelir, Şeytan’ı Berlin sokaklarında dolaştırırdı…
Bulgakov, kendinden geçerek kollarını kaldırdı. “İşte eleştiri diye buna derler. Sanki, daha yayımlamadığım romanı okumuş gibi. Değil mi? Sanatı bir çeşit savaş hünerine çevirmiş, gerçekte çirkin olan her şeyi hicivle öldürüyor.”
Bulgakov’un, metni pek az değiştirerek okuduğu bu yazı (“Edebiyat İncelemeleri dergisi”; yıl 1938, sayı: 5) P. Mirimski’ nin kendisiyle hiç ilgisi olmayan, “Hoffmann’ın Toplumsal Hayalciliği” başlıklı makalesiydi. Bulgakov, Mirimski’nin bu gözlemlerinde kendine değen bir şeyler hissetmiş, böylece bana, pek de gülünç bulmadığım bu şakayı yapmıştı.
Pek gurur duyduğu kendi eserleriyle değil, sipariş üzerine yazdıklarıyla geçiniyordu. Yine de, düşünceleriyle zevklerine ters gelen konuları hiç kabul etmezdi. Karnını doyurmak için edebiyat yapmak onu pek üzmüyor, bu konuda ondan beklenmediği kadar sabırlı davranıyordu. Bu işle uğraşırken de Ressam Favorski’nin iplik makaralarına etiket çizmesindeki gibi, büyük titizlik gösteriyordu. Operalar için sözler yazarken öylesine kendinden geçerdi ki hem bestecinin, hem de şarkıcılarla orkestranın yerini alırdı. Piyano çalar, şarkılar söyler, gelecek operasının uvertürünü çaldığını düşleyerek orkestrayı ustalıkla yönetirdi. Bütün bunlar onu çok eğlendiren şeylerdi.
“Tiyatroluk Roman”ında bir kibrit kutusu içinde kıpırdanıp konuşmaya başlayan gölgelerden söz ederken tiyatroya duyduğu büyük tutkuyu çok iyi tarif etmişti.
Oyunları, daha çalışma masasının üstünde yaşamaya başlardı.
Sinema çalışmaları da oldu. Mosfilm’e Gogol’ün Ölü Canlar’ını, Ukraynfilm’e ise Müfettiş’in uyarlamasını yaptı. Ölü Canlar’ı beyazperdeye uyarlarken eser üzerinde Sanat Tiyatrosu için düşündüklerini gerçekleştirmek istiyordu. Ama bunun olanaksızlığını hemen anladı. İşi sipariş edenin zevkine uymak zorunluydu. Bütün yapabileceği, Gogol’e fazla ihanet etmemeye çalışmaktı artık.
Sinema işinde çalışırken sık sık olduğu gibi, onunla tartışmak için gelen sinemacıları evinde ağırlardı. Hem Kiev, hem de Moskova’daki yönetmen, onunla yakın işbirliği içinde bulunmak istiyorlardı. Bulgakov, gürültülü iş koşullarına bir türlü alışamamıştı: O sessizliği severdi.
Kendini işine bütünüyle verebilmek için perdeleri kapar, mumları yakardı… Kalın defterlere, büyük harflerle, fazla bastırmadan yazardı… İşi bırakacağı âna kadar başkalarının onu rahatsız etmesine, omzunun üstünden bakmasına dayanamazdı. Yazı yazan pek çok kişi gibi, bu biçimde çalışmaya alışmıştı.
Bir düşünce doğmuş, yaratıcı güçle yeni yeni çalışmaya başlamışken içeri girdikleri, onu rahatsız ettikleri oluyordu… Onu kurtaran tek şey, bitip tükenmeyen şakacılığıydı. Üzerine aldığı iş yorucuydu, bütün bunlara karşın Bulgakov, iki yönetmenle yine de çok iyi ilişkiler içindeydi. Daha önce görüldüğü gibi, “prodüksiyon planı” konusundaki “ısrarlar” olmasa iki uyarlama da kolayca bitecekti.
Bu, “karın doyuran edebiyat"tan başka Bulgakov’un bir işi daha vardı. Sanat Tiyatrosu’nda yönetmen yardımcılığı yapıyor ve bu sıfatla birtakım oyunlar sahneleme fırsatını buluyordu. 1936 yılında, edebî danışman olarak Bolşoy Tiyatrosu’na geçti. Bu değişikliğin nasıl olduğunu bilmiyorum. Sanat Tiyatrosu’ndaki durumunun pek rahat olamayacağını seziyordum. Yazar olarak oldukça hayal kırıklığına uğramıştı. Sanat Tiyatrosu’yla ilişkileri çalkantılıydı. İnsan ve sanatçı olarak pek çok sürtüşme yaşıyordu; ama yine de, bütün bunların dışında Sanat Tiyatrosu onun tiyatrosuydu; Bulgakov’la aralarında kan bağı vardı, diyebiliriz. Hayatının son günlerine kadar bu tiyatrodan çok kişiye minnet besledi. Her şey bir yana, o insanlar da Bulgakov’u kendi yazarları, içlerinden biri saydılar.
Tiyatroyu hiç bırakmadı ama “memur” olmaya bir türlü alışamamıştı. Ona göre yazar, mutlak bir bağımsız olmalıydı. “Memur” yazar, bir yerde dizginleri başkasına kaptırmış demekti.
1932 yılında, daha memurluk yaptığı sıralar Sanat Tiyatrosu’nun isteğiyle Gogol’ün Ölü Canlar’ı üzerinde çalışmaya koyuldu. P.S. Popov’a şunları yazıyordu:
Ölü Canlar!.. Dokuz gün sonra kırk bir yaşında olacağım. Korkunç bir şey. Yazarlık hayatımın sonunda, bana uyarlamalar yaptırıyorlar. Dehşet içinde, kitaplığımın raflarını gözden geçiriyorum: Turgenyev, Leskov, Brogauz-Efron… Yarın acaba hangisinin eserlerini uyarlamamı isteyecekler?
Pek aklı yatmadan işe koyuldu: “Ölü Canlar’ı uyarlamak olanaksızdır. Bu eseri iyi tanıyan bir adamın sözünü dinleyin.” Kendisine kötü bir oyun oynandığını, var olmayan bir oyunda rol verildiğini kabul ediyordu. Ama tiyatroya kısa süre önce girdiği için, hayır diyemezdi.
Önce Bulgakov çok değişik bir uyarlama yapmayı düşündü. Aslında, kendi başına anlamı olan, bağımsız bir oyun ortaya çıkarmak istiyordu. Olay, Roma’da geçecekti. Ama bu buluş tiyatronun hoşuna gitmedi. Tiyatronun görüşü fazlaca akademikti. Belki de tiyatro haklıydı: Ölü Canlar konusunda bu kadar rahat davranılmasını kabul edemezlerdi. Bulgakov sonunda Gogol’ün eserine çok yakın bir oyun yazdı; iyi oynanan, günümüzde de zaman zaman sahneye konan güzel bir seyirlik.
Bu başarı ve Gogol’e duyduğu büyük sevgi bile, Bulgakov’un yaptığı işten hoşnut kalmasını sağlayamazdı. Yine de, biraz gururlanarak, “Zanaatkâr gibi davranmak güç şey,” derdi. “İnsanın basit ve içten duygularını, hatta bazen bütün duygularını susturması gerekiyor…”
Bolşoy Tiyatrosu’nda bir konuk, opera sözlerinin edebî değerini artırma işinde çalışacak profesyonel, bağımsız bir yazardı. Müziği ve operayı sevdiğinden Bolşoy’da kaldığı sürede sıkılmadı. Hiç beklemediği bir sırada, yaldızlı koridorlarında geleneksel ve çağdaş tiyatro sanatını yansıtan bu dev kuruluşta görev aldığına hoşnuttu.
Siyah elbise, papyon kravatla Bolşoy’a gidip devrim öncesinin sahneleme anlayışıyla Aida’yı dinlemekten hoşlanırdı. Genellikle tek başına olur, canı sıkkın müzisyenlerle insanı duygulandırmayan ikinci sınıf oyuncuların rol aldığı bu eski seyirliği severdi. Bir konuşma sırasında sanat konusu açılırsa “tutucu” görünmekten hoşlanır, bununla çok eğlenirdi. “Üzerinde küçük meleklerin uçuştuğu ağır ağır kalkan perdeleri severim,” derdi. “Günümüzde perdesiz oynuyorlar.”
Meyerhold’un ne kulisi, ne perdesi ne de dekoru olan, seyircilerin oyunculara ve üç yandan çevreleyecekleri sahneye karışacağı bir tiyatro yaptırmayı düşünmesi karşısında şaşırmış, ürkmüştü. “Üzücü,” diyordu. “Tiyatronun bütün gizliliği yok olacak… Bense tiyatroya, eskiden taşrada olduğu gibi, perde aralarında çalacak bir orkestra sokmayı düşünüyordum…”
Oysa