Onu duyan herkes, mallarını, kirli temiz çamaşırlarını, kazanları, tencereleri bırakıp can korkusuyla doğruca gemiye kaçtı. Bazıları gemiye ulaşırken diğerleri -benim gibi- geride kaldı. Ada, aniden sallandı ve denizin derinliklerine doğru batmaya başladı. Kabaran deniz, her şeyi içine aldı. Ben de diğerleriyle birlikte derinlere, en dibe doğru batmaya başladım. Fakat yüce Allah, gemidekilerin kullandığı tahta fıçıyı yollayarak beni boğulmaktan kurtardı. Can havliyle fıçıyı yakaladım, bacaklarımı ayırarak içine girdim ve ayaklarımı kürek gibi kullanarak ilerlemeye başladım. Bu arada dalgalar beni bir o yana bir bu yana savuruyordu. Geminin kaptanı da boğulanları ve canını kurtarmak için çırpınanları geride bırakıp gemiyle ilerlemeye devam ediyor, hızla uzaklaşıyordu. Bense gemiyi gözlerimle takip ediyordum; ta ki iyice uzaklaşıncaya kadar… O an ölümümün yakın olduğunu anladım. Bu kadar talihsizlik yetmezmiş gibi bir de karanlık çöktü. Dalgalar ve rüzgâr bütün gece beni taşıdı ve nihayet büyük bir adaya ulaştım. Kıyıda ağaçlar vardı. Neredeyse ölmek üzereyken bir dala tutunarak karaya ayak bastım. Kıyıya ulaştığımda bacaklarıma kramp girmişti, ayaklarımınsa balıklar tarafından kemirilmiş olduğunu gördüm. Şiddetli bir acı ve yorgunluk hissediyordum. Derhâl kendimi yere attım. Âdeta ölü gibiydim. Dahası, ıssız bir yerde tek başınaydım ve kendimi kaybederek bayılmıştım. Ertesi sabah güneş doğduğunda ancak kendime gelebildim; fakat ayaklarım şişmişti. Ben de dizlerimin üzerinde ilerlemeye çalıştım. İçinde bulunduğum adada envaiçeşit meyve ve içme suyu mevcuttu. Meyveleri yiyerek bir parça da olsa güç toplayabildim, bu da beni hayatta tutmaya yetti. Nihayet canlanmaya ve uyuşmuş bedenimi daha rahat hareket ettirmeye başladım. Böylece uzun bir süre düşündükten sonra adayı keşfetmeye, Allah’ın yarattığı güzellikleri seyrederek kendimi oyalamaya karar verdim. Bir gün kıyıda yürürken uzaktaki tuhaf bir şey dikkatimi çekti. İlk başta onun vahşi bir canavar ya da tuhaf bir deniz yaratığı olduğunu düşündüm. Fakat yanına yaklaşıp dikkatlice baktığımda kıyıya bağlanmış bir kısrak olduğunu gördüm; yanına yaklaştım fakat o acı acı kişnedi. Öyle ki korkudan tir tir titredim ve derhâl arkamı dönüp gitmeye yeltendim. Tam o sırada toprağın altından çıkan bir adam yanıma yaklaştı ve yüksek sesle:
‘Sen kimsin, nereden geliyorsun ve burada bulunmanın sebebi nedir?’ diye sordu.
‘Ah efendim!’ diye cevap verdim. ‘Ben yolunu kaybetmiş zavallı bir yabancıyım. Yolculuk ettiğim gemi, beni ve birkaç kişiyi boğulmaya terk etti ama Allah bana tahta bir fıçı gönderme lütfunda bulundu. Böylece ona tutunarak hayatta kalmayı başardım. Sonunda dalgalar beni bu adaya kadar getirdi.’
Bunu duyunca elimi tuttu ve ‘Benimle gel!’ dedi.
Beni büyük bir Sardab’a, yani yer altı odasına götürdü. Burası bir salon kadar genişti. Oturmamı söyleyip yiyecek bir şeyler getirdi. O kadar açtım ki karnımı tıka basa doldurdum; sonra bana durumumu sordu. Ben de yaşadıklarımı baştan sona anlattım. Hikâyeme oldukça şaşırdı. Bense:
‘Efendim, Allah biliyor ya size bütün maceramı ve başıma gelen talihsizliği anlattım. Beni affedin ama acaba siz de bana kim olduğunuzu, neden yer altında yaşadığınızı ve kısrağı deniz kıyısına bağlamanızın sebebini söyler misiniz?’ dedim.
‘Ben bu adanın farklı köşelerinde bulunan birkaç kişiden biriyim. Bizler Şah Mihrican’ın seyisleriyiz ve onun atlarıyla ilgileniriz. Her ay başında daha önce hiç görülmemiş en iyi atları buraya getirir, deniz kıyısında kazığa bağlar ve mağaraya saklanırız. Deniz aygırlarından bir aygır kokusunu alıp denizden çıktığında kimseyi göremezse kısrağın üzerine biner ve onunla çiftleşir. Sonra kısrakla işini bitirince üzerinden iner ve onu da beraberinde götürmek ister. Ama kısrak kazığa bağlı olduğundan onu izleyemez. Bunu gören deniz aygırı yüksek sesle kişnemeye ve çifteler atmaya başlar. Seslerini duyduğumuzda denizatlarının işlerini bitirdiklerini anlarız. Derhâl yanlarına koşar, onları korkuturuz. Bunun üzerine onlar da korkuyla denize geri dönerler. Sonra kısraklar çok değerli taylara hamile kalır. Bunlar, öyle hayvanlardır ki yeryüzünde benzerlerine rastlamak imkânsızdır. Şu an tam da denizatlarının yeryüzüne çıkma vakti. İnşallah tabii. Şimdi seni Şah Mihrican’a götürmek ve ülkemizi göstermek istiyorum. Şunu da bil ki eğer biz olmasaydık sefil bir şekilde ölürdün, kimse de sana ne olduğunu bilemezdi ama ben kurtuluşuna vesile olacağım ve seni ülkene götüreceğim.’
Ona nezaketi için teşekkür ettim ve bir süre daha konuşmaya devam ettik. Sonra birden suların arasından bir deniz aygırı çıkıverdi. Kısrağın üzerine bindi ve onunla çiftleşti. Onunla işini bitirip üzerinden kalktığında kendisi ile beraber sürüklemeye çalıştı. Fakat ip buna engel oldu. Hayvan kişnemeye ve deniz aygırına tekme atmaya başladı. Bunun üzerine seyis, eline bir kılıç aldı ve derhâl ayağa kalkıp arkadaşını çağırdı. O da bağırıyor ve deniz aygırını mızrakla vurmaya çalışıyordu. Bu tablo karşısında korkuya kapılan yaratık, denize daldı. Bu hâliyle âdeta bir boğayı andırıyordu. Bir süre sonra da gözden kayboldu. Bunun üzerine tüm öteki seyisler, her biri kendi kısrağıyla benim çevremde toplandılar ve bana oldukça incelik gösterdiler; yiyecek ve daha başka şeyler de sunup benimle birlikte yedikten sonra bana güzel bir binek atı verdiler. Şah Mihrican’ın ülkesine varıncaya dek ara vermeden yolculuk ettik. Durumumu şaha anlattılar, o da beni çağırttı. Huzuruna vardığımda birbirimize selam verdik. Şah bana samimi bir şekilde, ‘Hoş geldin!’ dedi ve uzun ömürler diledi.
Hikâyemin ne olduğunu sorduğunda ona başımdan geçenleri eksiksiz bir şekilde anlattım. Oldukça şaşırdı ve ‘Allah seni korumuş oğlum! Belli ki vaktin gelmemiş, yoksa bu durumdan sağ çıkman mümkün değildi ama Allah’a şükürler olsun ki seni kurtarmış!’
Sonra kibarca konuşarak beni cesaretlendirmeye çalıştı. Dahası, bana limanda iş verdi. Görevim kıyıya yanaşan gemilerin kaydını tutmaktı. Emirlerini almak için onu düzenli bir şekilde ziyaret ediyordum. O da beni himaye ediyor ve çeşitli hediyelerle lütuflandırıyordu. Hakikaten de onun gözünde çok itibarlı biriydim. Bir mesele olduğunda halk ile onun arasında ara buluculuk ederdim. Hayatım böylece devam ediyordu. Olur da limandan şehre inersem Bağdat’a gidecek olan tüccar ya da denizci olup olmadığını soruyordum. Zaman zaman ülkeme geri dönebileceğim bir yolculuktan bahsedildiğini duyardım; fakat bu yolculuğa çıkacak kişiler ile ilgili herhangi bir bilgi edinemiyordum. Bu duruma çok üzülüyordum çünkü uzunca bir süredir bu ülkede yabancı olarak yaşamak beni çok yıpratmıştı. Talih bu ya bir süre sonra kederim sona erecekti. Bir gün, Şah Mihrican’ın yanına gittim ve birkaç Hintli adamı misafir ettiğini gördüm. Onlara selam verdiğimde bana sıcak bir şekilde karşılık verdiler. Kibar bir ‘hoş geldin’den sonra bana memleketimi sordular. Ben de memleketleri hakkında sorular sorduğumda bana ülkelerindeki kast sisteminden bahsettiler. Bir kısmı Kşatriya mensubuydu ki bu en asil sınıftı ve herhangi birine baskı yapılmasına karşıydılar. Diğerleri Brahman’dı. Bunlar içkiden uzak durur neşe ve keyifle yaşayıp hayvancılıkla meşgul olurlardı. Daha da ilginci Hindistan’da yetmiş iki farklı sınıf olduğundan bahsettiler. Şah Mihrican’ın ülkesinde gördüğüm diğer bir ilginç şey ise içinde bütün gece boyunca davullar ve dümbelekler çalınan Kasil Adası’ydı. Komşu adalarda ikamet edenlerden duyduğumuza göre bu adanın insanları çalışkan ve adaletli insanlardı. Bu adada bütün balıkçıların korkudan üzerine tahta parçaları attığı iki yüz metre uzunluğunda bir balık gördüm. Saymaktan yorulacağım daha binlerce muhteşem şey… Kafası baykuş şeklinde olan bir balık da bunlardan biriydi. Böyle böyle adaları ziyaret ederek oyalandım; ta ki bir gün, yanımdan hiç ayırmadığım değneğimle birlikte limanda beklerken tüccarları